Hakkımda

Uzun yıllardır yalnız birinin hikayeleridir bunlar. Kendinizden birşeyler bulmanızı dilerim.

26 Temmuz 2012 Perşembe

G Noktası -7-


Bana laf arasında "boşanacağım, seni alacağım" dedin...
Bu ihtimal bile beni sevindirdi. Demek ki aklına gelmiş, düşünmüşsün karından boşanmayı...
Hiç istemiyorum birisinin mutluluğunu yıkmayı ama o kişi benimdi bir zamanlar ve görüyorum ki hala....
Sonra sana korkularımı anlattım. Nasıl bu kadar "tutuk" olduğumu, babamın üzerimde nasıl bir baskı kurduğunu, isteyip de yapamadıklarımı... Son cümlen çok güzeldi : Korkularını yeneceğim senin ! Bu özgüven, bu cesaret ve bu tespit ... İşte bir erkekte aranan en önemli noktalar ve aşık olmak için bir sebep daha...
Hep mi bu kadar mükemmeldin?

25 Temmuz 2012 Çarşamba

G Noktası -6-


Bugün hacı - hoca - büyü muhabbeti yaptık.
Fark ettim de aslında ne az ortak noktamız olmasına rağmen, ne çok konuşabiliyoruz ve hatta ne mükemmel gülüyoruz birlikte...
Sen tatile çıkma planları peşindesin karınla birlikte, bense sensiz nasıl yalnız kalacağımı ve koskoca bir haftanın nasıl geçeceğini düşünüyordum..
O arada "kucağıma alırım seni" dedin. "Alamazsın" dedim çünkü bu cesareti göstereceğini düşünmüyordum, inanmıyordum. Hep "yaparım" deyip yapmıyordun.
Ve o an !
Beni kucağına aldın, ellerim boynumda, sokağın ortasında....
Keşke öylece kalabilsek sevgilim, ne mutluluktu....Hayatımda ilk kez böyle bir an yaşadım.
Korkudan da öldüm bu arada, bir gören olsa ne diyecektik, kardeşcesine bir kucaklaşma mı? İnsan kardeşini öyle kucaklar mı?
Dayanamadım mesaj attım sana, kalbim hala küt küt atıyo, delisin sen !

G Noktası -5-

23/7/12
Her geçen an bir zindan sevgilim... Dayanamadım ve sana itiraf ettim :
  
Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli
Alıştım yokluğuna, gel desen gelemem ki...


Sen sessiz kalmayı tercih ettin. Biliyorum söylenecek bir şey yok, en kötüsü de cevap vermen için yazmadım. Sadece "bil" istedim, karşılıksız değildir hiçbir şeyin ...

18 Temmuz 2012 Çarşamba

G Noktası -4-

                                                                                                                                                   
Araya hafta sonu girdi. Sen yalnızdın ve ben sırf geri dönüşü olmayan şeyler yapmayalım diye kendimi şehir dışına attım. Geri dönüşte beni karşılamanı ve belki bir yemek yiyebileceğimizi teklif ederken “karının” geleceğini söyledin. Bu cümleyi duymak o kadar zor ki… Hani şöyle demek gibi : “Sen benim her zaman ikinci seçeneğimsin! Ben seninle karım olmadığı zamanlar ancak birlikte olacağım.” Gerçek bu ama ! Ne kadar acıtsa da bu ! Tamam deyip kapattım teli. Sana karınla mutluluklar dilerken kırgın bir sesle, sen gülüyordun. Aramadım seni bir daha. Gittiğim yerde kumsalda rakı balık yaparken çalan şarkıların hepsi  “bizi” anlatıyordu. En çok da Deniz Seki’nin Adaletsiz Seçim’i…

Şarkıların günahı yok  acıtan sensin içimi / Hangimiz istedi söyle, bu adaletsiz seçimi …

Bir an bu şarkıyı yazdıran adamı düşündüm. Sonra Deniz’in başına gelenleri… Ne kadar dibe vurduğunu, kendini nasıl derbeder ettiğini ve şu an o adamın nerde olduğunu… Tıpkı bizim hikayemiz gibi… Sonu baştan belli !
Kumsalda çıplak ayakla, bir elimde sigara, diğer elimde sek rakım ile tüm bunları düşünürken yeni şarkı Özcan Deniz’dendi :

Gönlün şimdi başka yare mesken/ El çekmiyor kara sevda benden/ Sen hangi elde sevda olup açtın/ Ben karlı dağlar misali yalnızım/ Yok bir sitemim hayatta her şey kısmet/ Soldu gençliğim ömrümü aşkla ziyan ettim/ Ağla gönlüm nasip değilmiş vuslat/ Rahat uyu yar sana hakkımı helal ettim....

Sonra şu anda nefret ettiğim Sezen’den…

Ben başka yastıktayım sen ele kuşak çözdün/ Ne ben mahremim ne sen kavlimizi sen bozdun/ Bahtiyar ol gözüm nuru, Rabbim verir sabrını/  Bu hesap böyle bitsin helal ettim hakkımı …

Silivri'ye Mektuplar -4-


                                                                                                                                          17/7/12

Bizim için kendini ateşlere atan sevgili Tuncay Özkan’a…

Öncelikle bu kadar geç mektup yazdığım için özür dilerim. E-posta ve telefon mesajları gibi ulaşım araçlarına alışkanlığımız nedeniyle size mektupla ulaşabileceğim fikri taaa Balbay’ın “Gülümsemek Direnmektir” kitabını okuyana kadar aklıma bile gelmemiş. Olsun… Tüm düşüncelerine sonsuz güvendiğim ve dürüstlüğünden kendim kadar emin olduğum siz, Balbay, Soner Yalçın’a geç de olsa teker teker yazmaya karar verdim, umarım elinize ulaşır.

Geçtiğimiz hafta Can Dündar’ın Ergenekon’la ilgili ifade verdiğini yazdı gazeteler. Hatta kendi köşesinde de bu durumu anlatarak sizinle de duruşmada uzaktan selamlaştığını yazdı. “Durum nedir?” diye size sormuş, “Görüyorsun işte yatıyoruz, kepazelik” diye cevap vermişsiniz. Bunu okuyunca gülümsedim biliyor musunuz… Biz insan duygularını bu kadar güzel ve direkt anlatabilir. Sizin zaten oldum olası lafı döndürüp dolaştırmayan, deyim yerindeyse “maço” halleriniz bize o kadar güzel yansıyor ki.. Keşke elimizde olsa da birşeyler yapabilsek… Can Dündar bir de şöyle demiş : Balbay heyecanlıymış ama siz sanki ümidinizi kesmişcesine en arkada oturuyormuşsunuz.  Bunu duyunca o kadar üzüldüm ki… Sakın ümidinizi kaybetmeyin ! Bunu söylemek kolay biliyorum ama siz artık bir birey değil topluma mal olmuş bir öndersiniz, bir timsalsiniz. Bu nedenle içerden “sağlam” çıkmak zorundasınız, bizim için… Yapılacak çok işler olacak, yine güzel günlerde birlikte olacağız, tıpkı Cumhuriyet Mitingleri gibi, coşkumuz her yeri saracak. En azından böyle ümit etmek istiyorum…

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, insan hayal ürünüdür ya, 3. yargı paketi kapsamında çıkacağınıza çok inanmıştım ama gördük ki… Neyse ümidimizi kaybetmiyoruz. Çünkü belki de istenen bu. İnancımızı, ümidimizi, mücadele yeteneğimizi kaybetmek, kaybettirmek! Velhasıl, şimdi gazeteler 27/7/12’de çıkacağınıza dair olasılıklardan bahsediyor. Dört gözle ve tüm kalbimizle bu günü bekliyor, sizler için dualar ediyoruz. 


Mektubun sonuna sevdiğim şiirlerden birini ekliyorum, umarım “umut” olur.

O Yolda
Geliyor sandığım gidiyor çıktı.
Başlıyor umduğum bitiyor çıktı,
Üstüne-üstüne gittim, ne gidiş
Altına-altına iniyor çıktı.

Uyu büyü dendi, düşüme gittim,
Haydi işe dendi, işime gittim,
Yaşa yaşa dendi, yaşıma gittim,
Yendiğim sandığım yeniyor çıktı.

Bozguna benziyor, saklasam olmaz,
Eskiye yeniden başlasam olmaz,
Yakıştırsam olmaz, yazmasam olmaz,
Maviye boyadım, baktım mor çıktı.

Sapsarı saçlarım vardı, aklaştı,
Anılar üstüste bindi yükleşti,
Bir büyük oyunun sonu yaklaştı,
Tüm yanan ışıklar sönüyor çıktı.

Gözümde bir ışık, çağırıyordu,
Beşikte bir çocuk, bağırıyordu,
Öyle bir düğündü, çan çalıyordu,
Gel çanı sandım git çalıyor çıktı.

Kimler kimler yoktu bizim kervanda,
Birer birer indi hepsi bir handa,
Savurduk sap saman biz bu harmanda,
Bir gidiş yoluydu, dönüyor çıktı.


Özdemir Asaf’ın bu güzel şiirinde dediği gibi; tüm “oyun”ların sonuna geldik. Işıkları söndürüp Atatürk’ün aydınlattığı yolda dönüşünüzü bekliyoruz, hissedebilmeniz dileği ile…

Silivri'ye Mektuplar -3-


                                                                                                                                         16/07/12
İklimimin insanı Balbay’a….

Bu üçüncü mektubum…İlk mektubumun yazılışından çok gönderilmesinin zor olduğu hikayesini geçen mektupta anlatmıştım. Güvensizlikler nedeniyle iadeli taahhütlü gönderdiğim mektup 18/6/12 tarihinde “imamcan” tarafından teslim alınmış. Teslim alan kişinin ismini görünce ister istemez şüpheye düştüm. Sonra da belki doğrudur diyerek kendime kızdım. Eğer doğruysa kendisinden -gıyabında- özür dilerim ama eğer safsata ise size yazdığım mektubu ulaştırmayan ve/veya safsata isimlerle alındıları imzalayan kişileri kendi vicdanlarına havale etmekten başka çarem yok ne yazık ki…

Size yazdığım ikinci mektubum ile üçüncü mektubum arasında bir kitap bitirdim, ismi “Rosenbergler, biz sizin oğullarınızız”. Milliyet yayınlarından çıkmış, pek de yeni olmayan bir kitap. Sahaftan aldım. Ethel ve Julius Rosenberg’in birbirine yazdıkları mektupların derlenmesinden oluşuyor ve arada çok az da olsa oğullarının verdiği detaylara yer verilmiş. Bu kitabı okurken şunu fark ettim ki, ister 1950 yılı olsun, ister 2012, ister Amerika olsun, ister Türkiye… Faşizm hep aynı ! Fark şurada kendini gösteriyor ki : O zamanlar faşist bile olsa insanlar nükleer gelişme nedeniyle bunları yapmışlar biz ise nükleer adımları bırakın, bilimsel adımları bırakın, hala daha ülke bütünlüğü ve düşünce özgürlüğü için zaman kaybediyoruz. Yani, demem o ki; medeniyetlerin doğduğu, medeniyetlerin battığı coğrafyada, “böyyük Türkiye”’nin (sevgili Cüneyt Arcayürek’e ithafen)  yiyecek çok fırın ekmeği var..

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, insan hayal ürünüdür ya, 3. yargı paketi kapsamında çıkacağınıza çok inanmıştım. Hatta inanmazsınız, heyecandan kalbim sanki sevgilimi görmüş gibi tak tak atmaya başlamıştı. O kadar çok düşünmüşüm ki sizi, gece rüyamda gördüm. Hücrede koğuş arkadaşıydık. Yıllardır orada yaşıyormuş gibi rutindi herşey. Sabah kalktığımda sizden bir haber alacağımı biliyordum ve tesadüf Odatv, balbay.com internet sitenizin açıldığını, hiç yayımlanmamış fotoğraflarınızın olduğunu yazdı. “Biliyordum” dedim. Haber gelecekti, geldiJ Birçok kez baktım resimlerinize. İtiraf edeyim, içerde yaptığını spor inanılmaz işe yaramış ve eskisinden daha dinç ve yakışıklı olmuşsunuzJ

Can Dündar’ın da Ergenekon’la ilgili ifade verdiğini yazdı geçen hafta gazeteler. Ben o kitabı okumuştum. İnanılmaz güzel ve sade dille yazılmış basit ama herşeyi ortaya koyan bir kitaptı. Bu Ergenekon’un sizin üyesi olmakla itham edildiğiniz ve bu nedenle yargılandığınız Ergenekonla bağdaştırılması gerçekten sözün bittiği yer. Hele hele bir de Can Dündar’dan ifade alınmasına kızıp “daha da Davos’a gelmem” demek lazımJ

Dışardan haberler bu kadar sevgili Balbayım… Gelişmelerle karşınızda değil, yanınızda olmaya devam edeceğim.

Geçen mektuba moral olması için şiirler eklemiştim, umarım bunlar elinize ulaşıyordur, böyle boşluğa ya da olmayan birine cevapsız mektuplar, şiirler yazıyormuş gibi hissediyorum kendimi ama yine de okuduğunuzu ümit ediyorum.

Bu sefer ki şiir en sevdiğim şair olan –canım– Özdemir  Asaf’tan.
O Yolda
Geliyor sandığım gidiyor çıktı.
Başlıyor umduğum bitiyor çıktı,
Üstüne-üstüne gittim, ne gidiş
Altına-altına iniyor çıktı.

Uyu büyü dendi, düşüme gittim,
Haydi işe dendi, işime gittim,
Yaşa yaşa dendi, yaşıma gittim,
Yendiğim sandığım yeniyor çıktı.

Bozguna benziyor, saklasam olmaz,
Eskiye yeniden başlasam olmaz,
Yakıştırsam olmaz, yazmasam olmaz,
Maviye boyadım, baktım mor çıktı.

Sapsarı saçlarım vardı, aklaştı,
Anılar üstüste bindi yükleşti,
Bir büyük oyunun sonu yaklaştı,
Tüm yanan ışıklar sönüyor çıktı.

Gözümde bir ışık, çağırıyordu,
Beşikte bir çocuk, bağırıyordu,
Öyle bir düğündü, çan çalıyordu,
Gel çanı sandım git çalıyor çıktı.

Kimler kimler yoktu bizim kervanda,
Birer birer indi hepsi bir handa,
Savurduk sap saman biz bu harmanda,
Bir gidiş yoluydu, dönüyor çıktı.

Tıpkı şiirde dediği gibi; tüm “oyun”ların sonuna geldik. Işıkları söndürüp Atatürk’ün aydınlattığı yolda dönüşünüzü bekliyoruz, hissedebilmeniz dileği ile…

17 Temmuz 2012 Salı

G Noktası -3-


13/7/12
Bugün Cuma…
Senin ibadet günün olduğu için bugün buluşma imkanımız yok.
Ben mecburen yemeğimi yalnız yedim, sonra biraz şekerleme yapmak için gözlerimi kapatmış gibi yaparak aslında seninle sevişme hayalleri kurarken telefonum çaldı, irkildim. Arayan en yakın arkadaşımdı. Akşamki yemek planımızı ve senin karının burada olmayışından ötürü hissettiğim sevişme ihtimalimizi anlattım. Destek olup beni daha da gözü kara hale getireceğini beklerken (çünkü delinin tekidir) içinde bulunduğum gaflet uykusundan uyandırdı. “Sakın ha, o evli olmanın da ötesinde iki çocuk babası” dedi. O andan sonra toparlamaya başladım kendimi.

Oturdum ve düşündüm, eğer biz bunu yaşarsak :

Benim açımdan : Bilinçaltına ittiğin duyguları koyvereceksin, yaşayıp göreceksin…İlk başta sonsuz mutlu olacaksın ama yıllar sonra bile adın “gönül eğlencesi” olarak anılacak.

Karısı açısından : Anlamamasına imkan yok, kavgalar ve huzursuzluklar baş gösterecek ! Ardından bu duruma alışacak, susmayı tercih edip kabullenme moduna girecek. Çünkü terk edebilme ihtimali yok.

Koca açısından : Karısının kabullenip sustuğu dönemlerde inanılmaz bir vicdan azabı ile sarsılacak ve –gitgide bu çalkantıdan sıyrılıp huzuru herşeye tercih ederek –  karısına geri dönecek. Denenmiş bir film senaryosuydu bu, hiç fire vermemiş !

Bebekler açısından :  Bebekler henüz bunları anlayamayacak kadar küçük olsalar da, evde babanın eksikliği ve /veya ilgisizliği nedeniyle zor anlar yaşayacaklar. Baba güvenini alamayacaklar. İleride kişiliklerine nasıl etki edeceğini bekleyip görmek gerekecek.

Hayatta her şey, geç kalınmış kararlar ve yaşanamamış aşklar bile bir bebeğin ruh sağlığından, bir eş’in bedduasından, hayata güvensizliğinden daha önemli değildi! Ülkemde ne kadar masumsan o kadar suçlusun çünkü !


Herkes açısından yaşanabilecekleri düşünüp kendimi o kadar korkutmuştum ki  bir ara yemeği iptal etmeyi bile düşündüm. Sonra utandım kendimden, “sadece bir yemek ya, bu kadar büyütme” dedim, üstelik sana “hayır” demek kolay mıydı? Evde olmayı tercih edebilme ihtimaline karşılık planı ben yapmak istedim ve seni sahilde bir yere davet ettim. Hatta iş çıkışı beraber gitmek üzere de anlaştık. Yolda eşin aradı ve sen yalanları sıraladın. Oysa o kadar kötü hissediyordum ki kendimi bunlara sebep olduğum için ama bir yandan da senden vazgeçmeyi yediremiyordum kendime. Neyse yol boyunca  konuştuk oradan buradan, yine inanılmaz iyi geçti seninleyken vakit… O kadar çok güldüm ki seninleyken kahkahalarım ortalığı çınlattı. En son ne zaman bu kadar çok güldüm bilmiyorum, muhtemelen yine seninleykendi !

Yemekte birbirimizin karşısına değil yanına oturduk ve gitgide sanki yakınlaşıyorduk. Sahilde yürüdük, ben bekledim beni orada sıkıştırmanı, gönüllüydüm aslında tüm olacaklara ama yapmadın ! Sonra kumlara oturup birbirimizin gözlerinin içine baktık, sen benim tenime değdin, ben kendimi çektim. Ne zordu bilsen için erirken kendini bir adamdan alıkoymaya çalışmak… “Zararlı seçimler” yapmamak adına evlere gitmek istedin. Benim evime geldiğinde kendini yukarı davet ettirdin, çok korkuyordum olacaklardan, deprem başlarsa hasar büyük olacaktı. Söz verdin bir şey yapmayacağına. Geldiğinde çekimimiz daha da arttı. Ne zor insanın teniyle değil de gözleriyle sevişmesi… Kötü bir şey olmaması için çok tuttum kendimi, sırf bebeklerin için… Kalmanı istedim, kendine güvenemeyeceğini söyleyip gittin. O gün ikimiz için de en zor sınavdı… Kim ne derse desin; ne anadolu lisesi, ne fen lisesi, ne zorlu matematik sınavları, ne edebi sözlüler, ne üniversite, ne yüksek lisans bitirme, ne işe alınma, ne proflar önünde sunum yapma, hepsini koy bir kenara, teninle verdiğin sınav gibisi yok, olmayacak da !
Fondaki şarkı Ajda'dan Bir Günah Gibi...

Bir sayfa kopuyor zamandan
Ayrılırken sen yanımdan
Bu aşkın daha en başından
Korkuyordum ben sonundan
Bir günah gibi gizledim seni
Kimse görmedi seninle beni
Ağlarken içim güldü gözlerim
Bir günah gibi gizledim

12 Temmuz 2012 Perşembe

G Noktası -2-


Yapmakla olup bitseydi bu iş,
Hemen yapardım, olup biterdi.
Döktüğüm kanla akıp gitse her şey,
Bir vuruşta sonuna varılsa işin,
Bir anda bu dünyayı olsun kazanıversen,
Zaman denizinin bir kumsalı olan bu dünyayı
Öbür dünyayı gözden çıkarır insan.
Ama bu işlerin daha burada görülüyor hesabı.

Dün bu sözlerle noktayı koyduğum duygularım, bugün yine bu aynı sözlerle tam tersi istikamete kaydı. Kalbimin ibresi yön değiştirdi ! Bugün sabah seni gördüğümde konu; küçük bir sahil kasabası olan Akçay’a gitmekten açıldı. Tesadüf eseri "benim teyzemler orada tatil yapıyorlarken beni de çağırdılar, hafta sonu oraya kaçıyorum" dediğimde sen de bana bu hafta sonu için “biz”e dair planlar yaptığını açıkladın. Şaşırdım ! Önce sizinkilerin de orada olması nedeniyle beraber gidebileceğimizi düşündük ama sonra sen bundan caydın. Oysa öğlene kadar bu fikrin hayalini kurdum bambaşka açılardan… Öğle yemeğinde konuyu daha detaylandırmak ve nihayete vardırmak için buluştuğumuzda, gelmeme konusunda ciddi olduğunu açıkladın, “dokundurma”larım işe yaramadı. Sonra gözlerinin içinde kaybolup gittim küçücük masada.. Ben sana ilk ilişkimle ilgili detaylar verirken sen de benimle nasıl sevişeceğinin hayalini kuruyordun ve ben bunu okuyabiliyordum. O an, kamera bize yaklaştı, etraftaki herşey bulanıklaştı ve sadece biz kaldık, dünyanın çevresine eşitledik kendimizi, kocaman olduk, herşey olduk! Arkadaş, sevgili, suç ortağı, zalim...
Hormonlarım devreye girdi ve bilmem kaçıncı kez ben seninle ateşli sevişme hayalleri kurdum. Akşama kadar nasıl zaman geçirdim bilmiyorum ama sen beynimin yarısıydın. Nedense bu işkenceye daha fazla dayanamayacağımız ve yarın sevişeceğimize inandım.
İnandığım tüm değerleri, çektiğim tüm acıları unutup çırılçıplak kalıyorum karşında. Delilik bu biliyorum, pişmanlık olacak ama "yaşıyorum" diyeceğim. Bugüne kadar kırk kilit vurup saklayıp da "kime – neden?" diye çözemediklerimin cevabını veriyorum. “İşte bu kadar basit” diyorum. Cevap da yok, sebep de… Bu kadar basit… Hayat!

11 Temmuz 2012 Çarşamba

G Noktası -1-



Bugün seninle yine uzun uzun ilişkiler üzerine konuştuk.
Sen karını ne kadar çok sevdiğinden bahsettin, bebeklerinin sana ne kadar huzur verdiğinden… Bunları gözlerimi kaçırmadan dinledim senden, görünen ile söyleneni denercesine…Neden bunları vurgulama gereği duyduğunu sorguladım bir yandan seni dinlerken…Acaba gerçek bu muydu? Belki de ruhen aldattığın için çektiğin vicdan azabını azaltmaktı yaptığın …
Sahi aldatmak neydi ?
Vicdan nasıl temizlenirdi ve neye göre acı çekerdi…
“Elimi bile sürmedim” derken yaşanan tatmin aslında “her saniye aklımda sen varsın” derken kirlenir miydi?
“Sen benimle olmak istersen…” ile aşılan sorumluluk ve suçluluk bir tarafın iradesine bırakılabilir miydi?
Çıkılabilir miydi işlerin içinden “ben istemedim, o istedi” demekle?
“Beni o ayarttı” demek nasıl bir aklama olurdu kendini kendi gözünde?
Heyecandan yoksun güvenli limanların ürünü insanlarla yapılan evlilikler mutluluk mu yoksa bir standart mıydı?
Tüm bu duyguların arasında, iliklerine kadar flörtleşmek ve her cümleden sekse bir göndermek yapmak neydi peki? O zaman mutlu olunmuyor muydu?
Bunun düşüncesini bile aklından geçirdiğinde aldatmanın yarısını gerçekleştirmemiş mi oluyordun?
Sen aslında fiziksel olarak iradeni korumakla “sadık”, ruhunu ve aklını bana teslim etmekle “aldatmış” oluyordun. Çözümleme bu kadar basitti ve gerçekleşmediği sürece düşünce  “suç” değildir karinesinin en güzel örneklemesi yani…
Ben…
Bense bunun vicdani sorumluluğunu alacak kadar güçlü, bırakıp gittiğinde ayakta durabilecek kadar sağlam ve herşeye rağmen gözlerinin ve sözlerinin içine bakabilecek kadar dayanıklı değilim birtanem…
Ben aldatılan bir eş ve ahı alınan iki bebeğe bunu yapabilecek kadar sevmedim seni sevgilim..
Ben, beni beklemesini bilmeyip kendini kucaktan kucağa, nişandan nikaha atanlara bunca senedir sakladığım bekaretimi hediye edecek kadar “virjin” değilim canımın içi…
Sen; sana hergün, her an bakışlarımla ve cümlelerimle kur yaptığım anlarda senin için delirdiğimi düşündüğünde ben asıl sendeki iradeyi çökertmek, seni inandığın değerlere karşı yozlaştırmak, seni kendine yabancı yapmak için uğraşıyorum... Ve sevgilim, dudağına doğru eğildiğimde ağzının kenarından akan suları peçete ile silerken aslında kendi intikamımı alıyorum. 
Bunu nasıl mı başarıyorum?
Çünkü bazen, bazen öyle acır ki için, değişirsin ! Şimdi, dersin… "Şimdi her şeyi yapabilirim!"

Yapmakla olup bitseydi bu iş,
Hemen yapardım, olup biterdi.
Döktüğüm kanla akıp gitse her şey,
Bir vuruşta sonuna varılsa işin,
Bir anda bu dünyayı olsun kazanıversen,
Zaman denizinin bir kumsalı olan bu dünyayı
Öbür dünyayı gözden çıkarır insan.
Ama bu işlerin daha burada görülüyor hesabı.

Aidiyet Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür !


Uzun uzun zamanlar buradan gitmek için uğraş verdim, olmadı !
Gidemeyince, iş değiştireyim dedim, olmadı !
Doğduğum yerde, büyüdüğüm şehirde, olmak istediğim yerde “zaman” beni  hep “üvey”  yaptı !
Yepyeni bir insanla hayatımı birleştireyim dedim, parçalar tutmadı !
Saniyeler işlerken hayat filminde, görüntü dondu bende, akmadı !
Ellerimde eriyen her defasında yeni birisi olsa da, unutulanlar dışında hiç değişiklik yok aslında !
Zinciri biraz uzun tutulmuş bir evcilim ya da sanal kafesin içerisine konulmuş bir tutuklu…
Her tahliye anı, ötelenen bir umuda dönüştüğünde daha fazla sıkıyorum avucumu…
Tanrım, eğer gerçekten varsan neden durdurmuyorsun bu kanamayı, neden göndermiyorsun eksik parçayı?

Silivri'ye Mektuplar -2-


Sevgili Mustafa Ağabey,
Bu size ikinci mektubum.
İlk mektubum ulaştı mı bilmiyorum. Ama eğer kendisi size ulaşabilme başarısını gösterdi ise bu ülkede hala umut var demektirJ Şöyle ki; mektubu bir çırpıda yazdım size ama göndermek ne yazık ki o kadar kolay olmadı. Öncelikle çalışan bir kişi olduğum için iş yerinden “postaneye” diye izin alamadım. Yalnız yaşadığım için evdeki diğer kişilerden de yardım isteme gibi şansım yok. Tam da haftasonu gelmişti, dedim ki İzmir’den annemin yanına yazlığa gideyim, annem ve arkadaşları Atatürkçü’dür, onlar benim yerime atıverirler. Götürdüm mektubu, bizim yazlık biraz sapa yerde, annem “ben gidemiyorum, götürecek arkadaşlar da yok ama bekçiye attırayım en kötü ihtimal ama bir şekilde atarım” dedi. “Olur mu hiç mektup hemen gitmeli” dedim. Zaten zaman kaybetmişim yazmak için bu kadar sene, daha fazla bekletemem Mustafa Ağabey’i… Neyse bekçiye güvenemedim. Malum üzerinde sizin isminiz yazacak, olur olur, başka görüşten olmanın verdiği güvenle yırtıverir.. Aldım geldim tekrar İzmir’e.. Vakti müsait arkadaşları, komşuyu, alt kattaki dükkandaki amcayı bile düşündüm, güvensem görüşüne hemen vereceğim mektubu ama  bir türlü emin olamıyorum. Neyse kara kara düşünürken çalıştığıım şirketten bir arkadaşıma rica ettim, o genelde dışarda olur, atabilir. Ama ne yazık ki o atmaması ihtimaline çokça inandığım biri. Oturdum ona açıkladım, “bak canım arkadaşım, her ne kadar tasvip etmesen de bu mektuba saygı göstermen gerekir, ben bunu göndermek istiyorum ama eğer yırtıp atacaksan ve okuyacaksan ne olur dürüst davran baştan alma mektubu” dedim. Neyse hayatımda ilk defa beni şaşırtan bir yanıt verdi J ve kabul etti. Hatta iadeli taahhütlü attık ki kendisi ona olan güvensizliğimden dolayı aklansın hem de benim elimde belge olsun diye… Aslına bakarsanız, şu basit mektubun bile gönderilmesi bile bu ülkede insanları rahatsız edebiliyor. Öte yandan mektubu göndermek için konuştuğum her kişi bana “fişleniyorsun, yakında seni de oraya alırlar” şeklinde uyarıda da bulundu. “İleri” demokrasimizin durumu bir korku imparatorluğudur , budur işte.
Uzun bir girizgahtan sonra gelelim yazdıklarınız karşısında uzun uzun düşünmekten ve biraz da zaman darlığından bir haftadır bitiremediğim kitabınıza… “Gülümsemek Direnmektir.” Hala düşünüyorum açıkçası Zulümhane- Silivri Toplama Kampı’ndan neden bu kadar etkilenmedim de bundan etkilendim diye… Sanırım kitaba eklediğiniz resimler büyük etken. Bu arada kitabınızda, size gelen mektuplardan söz etmişsiniz. Kimisi “beni tanımıyorsunuz” diye başlıyor, “kimisi 40 yıllık arkadaş gibi yazıyor” diye. Baktım ben de öyle başlamışım, yani “beni tanımıyorsunuz” diye değil… Demiştim ya, aramızdaki bağ kuvvetli, tanımadığınızı düşünmemişim bile bu sebeple. Hani Kayahan der ya, “yolu sevgiden geçen herkesle birgün bir yerde..” diye… O hesap işte…
Başbakana yazdığınız mektupları da okudum. Buna istinaden -okumuşsunuzdur ama yine de yazmak istedim- Ahmet Hakan’ın 12/6/12 tarihli Hürriyet’teki yazısı  :

-  Dava tarihi: 31 Ağustos 2000...
-  Davayı açan: DGM... (Özel Yetkili Mahkemeler’in önceki hali).
-  Suçlanan kişi: Fethullah Gülen...
-  Savcı: Nuh Mete Yüksel.
-  Suçlama: Laik devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak.
-  Deliller: Kitaplar, kasetler, bilgisayar çıktıları, televizyon haberleri...
Bu davadan beraat etti Fethullah Gülen...
Nasıl mı beraat etti?
Nefis bir savunma metniyle...
* * *
İşte o savunma metninden bazı cümleler:
-  Kitap, kaset gibi yazılı ve görsel eserlerdeki düşünceler ile sosyal faaliyetler, yani düşünce  ve inançlar suçlama konusu yapılamaz.
-  Bir kimse hakkında düzenlenen iddianamede somut delillerin ortaya konması gerekir. İddianamedeki isnatlar soyut değerlendirmelerdir.
-  Masumluk karinesi çok önemlidir. Hiç kimse kesinleşmiş yargı kararı olmadan suçlu ilan edilemez.
Şüphe altındaki kişiye yönelik suçlayıcı yayın, tutum ve kişilik haklarını ihlal edici davranışlar hukuka aykırıdır.
-  Üzerinde bazı teknik işlemler yapılarak sanığın çeşitli konuşmalarının tahrif edilmesiyle oluşturulan kasetler hukuka uygun delil kabul edilemezler.
-  Eğer kasetlerdeki konuşmalar özel sohbet ortamlarında yapılmışsa aleniyetin varlığından söz edilemez.
-  Kimliği belirsiz kişilerin hangi yöntem ve amaçla elde ettikleri belli olmayan bazı kasetlerin çeşitli tahrifatlar yoluyla kolaj metinler oluşturularak dava dosyasına sokulması hukuka uygun delil toplama usullerinden değildir.
-  Ses veya görüntü bantları manyetik kayıtlardır. Günümüzün teknik imkânlarında bunların üzerinde çok kolay tahrifat yapılabilmektedir.
-  Bilgisayar çıktıları kolaylıkla değiştirilebilir. Dosyada yer alan bilgiler ışığında bu verilerin kesinlikle dokunulmadan korunduğu ve tahrif edilmediği söylenemez. Ceza muhakemesinin en önemli ilkelerinden biri olan ‘şüpheden sanık yararlanır’ ilkesi gereğince, bu konuda küçük bir şüphe dahi bulunsa mahkeme bunları delil olarak kullanamaz.
Yorum yapmayıp sadece şu soruyu sormakla yetiniyorum:
Nasıl? Gerçekten de şahane değil mi?
**
NOT: Gülen’in savunmasına göz atmayı akıl eden gazeteci “T-24” adlı internet sitesinden Doğan Akın’dır. Siteye girerseniz Gülen’in savunma metninin daha geniş bir özetini okuyabilirsiniz.

Öncelikle Fethullah Gülen’in bu metninden çok daha derinlemesine ve defalarca anlatmanıza rağmen neden “şahane” bir savunma icabı salıverilmiyorsunuz? Gerçekten çok merak ediyorum… Daha da fazlası, bu ülkede başbakanımız dahil son günlerde Mehmet Ağar bile cezaevini kendi seçiyor, çeşitli tadilatlar yaptırıyor. Ama bunları daha fazla örneklendirmek adaleti sorgulamak olur ki, bunu şu durumda yaparsak, inancımızı yitirebiliriz. Oysa ki belki de istenen bu. O yüzden, lütfen  :

Sakın ama sakın inancınızı yitirmeyin !
Sakın o güzel aklınızı bizden mahrum etmeyin !
Sakın o zeki espri anlayışınızı yok etmeyin !
Sakın en masum direniş olan gülümsemenizi bulutlar ardına itmeyin !

Biliyorum hiç kolay değil. Bir an kendimi sizin yerinize koyduğumda kanım donuyor, değil ki kaç günleri, ayları, yılları orada geçirmek… Ama dikenler içinde gülü görmek gerek. Bugünlerden geçerek bağımsız olmak, yeniden doğmak.. Çıktığınız gün İzmir yollarınıza güller serecekJ

Başarmak için ilk önce bir birey olarak kendiniz, eğer kendinizi boşverdiyseniz bile önce size bu karateri veren anneniz ve babanız, onu da bırakın vefalı eşiniz ve dünyalar güzeli iki çocuğunuz, hepsini geçin sade birer vatandaş olarak bizler için direnmek, iyi ve sağlıklı olmak zorundasınız…

Cümlelerime, kötü zamanlarımda ruhuma enerji içeceği etkisi yaptıran iki şiirle son vermek istiyorum. Umarım size de iyi gelir.

Çıkacağınıza dair en içten umutlarımla ve güzel günler göreceğimize olan inancımla...

   

BOŞVER BE YAŞI BAŞI

Boşver be yaşı başı…
Gönlün ne kadar şık sen ondan haber ver !
Şöyle atıp koyu grileri – siyahları sabahtan,
Sarı bir kaşkol atabiliyor musun boynuna, ondan haber ver !
Koyma bir kenara yüreğini, aç kapılarını,
Gelene geçene yol verme girsin diye içeri ama
Gömme başını toprağa bir çift güzel göz uğruna.
Bilirim yine yeşerecek bir çiçek bulursun bir dalda.
Ama aklını kaybedecek bir aşk varsa avuçlarında,
Bırak aksın yollarına.
Yağ geç, yık geç, kimse inanmazsa inanmasın,
Sen inan yüreğine…
Hem ona inanmazsan kime geçer sözün?
Büyü, büyü…
Bak ellerin, ayakların kocaman,
Aklın da maşallah yerinde,
Eee ne diye tutarsın yüreğini uçmasın diye?
Akıllı ol, yüreğin gelir peşinden,
Boşver be yaşı başı, aşk var mı aşk sen ondan haber ver !
Takılmışsın yüzündeki, gözündeki çizgilere.
O çizgilerin yüreğine neler kazıdığını düşün.
Atmak mı istiyorsun kendini bir dereye soğukbir kış günü,
Öl gitsin !
Parayı pulu savurup bir balıkçı köyünde balık tutmak mıdır istediğin,
Savrul gitsin !
Boşver be yaşı başı, kim tutar seni kim?
Kendi yüreğinden başka kim?
Aklını da al öyle git,
İster bir duvara, ister bir odaya, ister kıra bayıra vur da git.
Dert etme elleri, onlar da gelir seninle bırakmadıkça birine…
O biri de gelir gerçekten istediğin oysa,
Seveceksen ve öleceksen uğruna…
Yaşa be yaşa da öyle gir direceksen toğrağa…
Yaş 70’e gelse bile iş bitmemiş sen mi biteceksin?
Çekeceksen bile bayrağı,
“Yaşadım ulan dibine kadar” diyemeyecek misin?

 Can Yücel
  ________________________________________________________________________
 
Adam Olmak - Rudyard KİPLİNG....
Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse
Sen aklı başında kalabilirsen eğer
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
Hem kendine güvenebilirsen eğer

Bekleyebilirsen usanmadan
Yalanla karşılık vermezsen yalana
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana

Düşlere kapılmadan düş kurabilir
Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
Ne kazandım diye sevinir
Ne yıkıldım diye yerinir
İkisini de önem vermeyebilirsen eğer

Söylediğin doğruyu ve gerçeği büken düzenbaz
Kandırabilir diye safları dert edinmezsen
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz ve
Yeniden koyulabilirsen işe

Döküp ortaya varını yoğunu
Bir yazı turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın diline
Baştan tutabilirsen yolunu

Yüreğine, sinirine “dayan” diyecek
Direncinden başka şeyin kalmasa da
Herkesin bırakıp gittiği noktaya
Sen dayanabilirsen “tek”

Herkesle düşüp kalkıp yine de erdemli kalabilirsen
Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
Dost da düşmanda incitemezse seni
Ne küçümser ne de büyültürsen çevreni

Her saatin her dakikasına
Emeğini katarsan alın terine
Hakçasına bölüşürsen vicdanındaki adaleti
Korktuğun yerde el öpmez,
Hükümran olduğun yerde ezmezsen…
Her şeyiyle dünya önüne serilir,
Üstelik oğlum “adam oldun” demektir !


Rudyard KİPLİNG


Silivri'ye Mektuplar -1-


Sevgili Mustafa Ağabey,
Size ağabey demem şart çünkü biz aynı yolda yürüyen Mustafa Kemal Atatürk neferleri olarak kardeş sayılırız, sayılmalıyız ! Ayrıca nerede doğdunuzu bilmiyorum ama Nazilli’de yaşadığınız ve anne-babanızın hala orada olması nedeniyle hemşehriyiz de. Açıkçası Aydın’dan sizin gibi bir “aydın” gazetecinin çıkması benim için çok büyük onurdur.  Artık Aydın’da değil İzmir’de yaşıyoruz. AKP’nin alamadığı tek yer ! O kadar mutluyum ki, vekilimsiniz de aynı zamanda… Ne kadar çok hayatımdasınız değil mi?

Sizi elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum ama en yakın bağımızı 2000-2003 yılları arasında kurduk bana göre, siz farkında olmasanız daJ  Zira bu tarihlerde Dokuz Eylül Üni.’de okurken Cumhuriyet’in üniversiteler için başlatmış olduğu ucuz gazete uygulamasından yararlanma imkanı bulmuştum, yoksa bir öğrenci olarak her gün cumhuriyet almaya paramız yetmiyordu. O günlerden bu yana aldığım hiçbir Cumhuriyet gazetesini atmadım, atamam, onlar benim için tarihi bir belgedir, evde hala arşivde tutuyorum. Şimdi bana diyeceksiniz ki, madem bu kadar yakındınız bana, “neden bu kadar geç mektup yazdınız?” Açıkçası son kitabınız gülümsemek direnmektir’i okuyana kadar size mektup yazabileceğimi düşünmemişim. Ne tuhaf değil mi? Hızla gelişen teknoloji sadece e-mail ve telefon gibi dayatmaları aklıma sokmuş, mektubun o yakınlığını unutuvermişim. Ama olsun, hatırladım neyse ki. Öyle sevindim ki, size satırlarımla ulaşma imkanı bulunca… Bugüne kadar hep siz cümlelerinizle bana ulaştınız, şimdi sıra bende… Umarım bu yazılarım içerde yalnız olmadığınızı bir nebze olsun hissettirir size.. Siz orada yalnız gibi dursanız da, unutmayın ki benim burada sizin, Tuncay Özkan için, Soner Yalçın için kanayan bir yüreğim var. Kanamayı nerede ilk hissettim? Hatırlarsanız çok saygıdeğer Emin Çölaşan bey ile ART’de pazar günleri bir siyaset programı yapıyordunuz, o programlar ne zevkliydi bir bilseniz… Çölaşan ağabey de ayrı bir yürek yarasıdır aslında. Onurun diğer adıdır kendisi… O programlar esnasında Ergenekon için ilk ifade verip içeride kalmıştınız o zaman içim “cız” etti, “gitti” dedim… Ama sonra çıkmıştınız. Hatta ART sizin kanala gelişinizi vermişti, o zaman ayakta izlemiştim, “yaşasın Balbay çıktı, döndü” diye… İçim bayram sevinci ile dolmuştu… Sonra tekrar alındınız ve sizi hayalimizde canlandırmaya çalışırken neyse ki Gülümsemek Direnmektir’in ardına koyduğunuz resimleri gördüm. Hani derler ya, bir resim bin sözcüğe bedel diye… İşte aynen öyle. Nasıl yandı yüreğim, nasıl doldu gözlerim, nasıl ağladım bilemezsiniz… O haksızlık sadece size değil bize de yapıldı Mustafa Ağabey… Kızınız ve oğlunuzla olan kucaklaşmalarınız, çalışma masanız, gözlüğünüz, kitaplarınız, hatta minderiniz bile bana orayı net canlandırma fikri verdi. Birden giriverdim oraya, geliverdim yanınıza… (Aydın şivesini özlemişsinizdirJ)

Çok geveze biriyimdir, sizin değerli vaktinizi aldığım için özür dilerim. Umarım bu mektup sansüre vs.. takılmadan size ulaşabilir. Eğer ulaşırsa bir şarkı söyleyiverin o güzel sesinizle göklere doğru :
Başın öne eğilmesin aldırma gönül aldırma..
Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma…
Dertlerin kalkınca şaha, bir sitem yolla allaha…
Görecek günler var daha.. gönül aldırma…
GÖREMESEN BİLE DENİZİ, YUKARIYA ÇEVİR YÜZÜ…
DENİZ GİBİDİR GÖKYÜZÜ, GÖNÜL ALDIRMA…

Söyleyenecek söz çok aslında ama hiç de yok.. Aklıma ne gelirse bir anlam bütünlüğü olmadan yazıyorum, kusura bakmayın, daldan dala atlıyorum… Henüz kitabı bitirmedim aslında bitirince yazmak istedim size ama zaman kaybetmek de istemedim. Bundan sonra fırsat buldukça yazacağım size.

Kitabın ilk yarısına geldim dedim ya, orada mevsim sebzelerinden ve aylık gazetelerden bahsetmişsiniz. Aklıma nasıl geçindiğiniz geldi. Eşiniz çalışıyor mu bilmiyorum ya da cumhuriyet size maaş veriyor mu? Özel sorular bunlar haddimi aştıysam tekrar kusura bakmayın ama bu ülkede Rahşan Ecevit bile gümüşlerini bozdurmak zorunda kalıp hayat mücadelesi verdi, sizin de başınızda olabilir. Ülkemiz her ne kadar kişi başına düşen milli gelir 1000 USD’ler ile ifade edilse ve enflasyon tek haneli ya da eksi çıksa da… Hani ART’de programda diyordunuz ya, bu ay çivi yedim, matkap ucu aldım, karnım bir doydu, bir doydu diyeJ Bütçemiz fazla değil ama en azından bir aylık sebze masrafınızı karşılasak bile kar kardır. Size kabul ederseniz nasıl yardım ulaştırabilirim? Ne yer ne içersiniz? Deniz börülcesi, semiz otu çok özlemişsinizdir, göndersek alabilir misiniz? Sigara içer misiniz? Bir resminizde gördüm, masada paket var, isterseniz bir karton sigara göndereyim? Onlara mektup yazana kadar zaman geçebilir belki, görüşme imkanınız varsa, Soner Yalçın’a, Tuncay Özkana çok selamlarımı iletin. Dışarda bir bekleyenleri daha var. Zaten çıkmazsanız, birgün hepimiz Silivri’de buluşacağız, her halükarda vuslat var yani, umut var, kavuşma ve beraberlik varJ
Ne demiştiniz, “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser”. Soner Yalçın, Tuncay Özkan, siz ve sizin gibiler bizim için kapitalizmin kesmeye, kurutmaya çalıştığı ağaç.. Biz o ağaçları “kurumasın”, “kesmesinler” diye sulamak zorundayız nefes almak için, boynumuzun borcu !  “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” birlikte yaşadığımız ve yaşayacağımız zamanlarda :

Yaptıklarınız…
Yapmadıklarınız…
Yazdıklarınız…
Yazmadıklarınız…
Kazandırdıklarınız…
Satmadıklarınız…. 

için bir vatandaş olarak teşekkür borcumdur. Kabul etmeniz dileğiyle…

5 Temmuz 2012 Perşembe

Harcadım Hayatımı Beş Paralık Fiş Gibi


Keşiş’in eteğinde yaşadım keşiş gibi,
Bir lokma, bir hırkaya hu diyen derviş gibi,
Ara sıra destanlar yazarım bir iş gibi,
Bu aleme maksatsız seyr için gelmiş gibi,
Harcadım hayatımı beş paralık iş gibi …

Bu hayat pokerinde bize ancak pas düştü,
Elime per gelmedi, ellere ful-as düştü,
Şimdi artık mohvolan ömrüm gibi yas düştü.

Bu oyunda ben neyim? Tam mahvolmuş bir adam,
Kiminde kare-vale, kiminde var kare-dam,
Bir blöfle rest dedim, yıkıldı başıma dam,

Umutlarım önümde devrildi kiriş gibi,
Harcadım hayatımı beş paralık fiş gibi…

Ne kazançlar ummuştum girerken bu oyuna,
Üstün eller vurdular, hiç durmadan boyuna,
Şimdi tamam benzedim kurbanlık koyuna,
Herkes tapınıyorken kendine fetiş gibi,
Harcadım hayatımı beş paralık fiş gibi.

Hep zarara uğradım, oynadımsa kaç seans,
Ben pot dedim, başkası yaptı beş misli rölans,
Kör olsun, uğramadı bir kereceik kahpe şans,
Bütün meziyetlerim battı bana şiş gibi,
Harcadım hayatımı beş paralık fiş gibi.

Saadet uma uma geçti ömrün yarısı,
Bilmem niçin düşmüyor bana darısı,
Balarası olamadım oldum eşekarısı…
Herkes çalışm satarken canlı bir afiş gibi,
Ben kendimi harcadım beş paralık fiş gibi.

Namdar Rahmi Karatay

Umutlar Döndü Birer İğdeye, Geçti Bor'un Pazarı Sür Eşeği Niğde'ye


Başta kavak yelleri estiği günler hani?
Umduğumuz neşeler, şerefler, günler hani?
Beklenilen alaylı, şanlı düğünler hani?
Servi gibi ümitler döndü birer iğdeye,
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye!


Sende cevher varmış, onu herkes ne bilsin?
Kimler böyle züğürdün huzurunda eğilsin,
Şöyle bir dairede müdür bile değilsin,
Ne çıkar öğrenmişsen mesahası (piy) diye,
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye!


Bilmem ki ne olmaktı senin gayen, maksadın?
Fare gibi kitaplar arasında yaşadın,
Ne dans ettin, eğlendin, ne de sevdin kız-kadın,
Kim derdi hey serseri gençliğine kıy diye,
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye!


Gönül ne çalgı ister ne eğlence, ne de dans,
Ne güzel kadınların önlerinde reverans,
Kapandıkça kapandı bunca yıldur kahpe şans,
İhtiyarlık gölgesi perde çekti dideye,
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye!


Fırsatı iyi kolla sakın olma dangalak,
Genç iken vur partiyi, durma, ye, keyfine bak,
Sonra iç şampanyalar, viskiler bardak bardak,
Dokunuyor üç kadeh şimdi bizim mideye,
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye!


Hasanın böreğine vaktinde yetişmeli,
Hiç durmadan gövdeye atıştırıp şişmeli, 
Yanıp da kavulmadan mükemmelen pişmeli,
Sonra almazlar seni hiçbir yere çiy diye,
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye!


Namdar Rahmi Karatay


Kendine Tahammül Sanatı



Yalnızlık zor şeydir..
Bazı haftasonları yapacak hiçbir şeyi olmaz yalnızların. O günler ailelerin mutlu birliktelik günleridir adeta. Henüz aile kuramamış ben gibiler için yapacak bir şey olmadığında işkenceye dönüşür. Çalışma günleri aynı saatte uyanmanın verdiği alışkanlıkla yatak bile batar, çok da geç olmayan bir saatte kalkarsınız. Tv iyi gelmez, ev işlerini canınız istemez, bir iki kimseyi arayacak olsanız ya ailecek kahvaltıya gitmişlerdir ya da beraber evde zaman geçirme haklarını kullanıyorlardır, rahatsız etmek istemezsiniz. Kitap okumak, film seyretmek içinizden gelmez. İster yağmurlu olsun, ister güneşli bir güzelim pazar göz kırparken yalnızlık “ilk defa”ymış gibi ağır gelir. Ne kadar alıştım deseniz de, tam olarak alışılmaz yalnızlığa.. Ama bir bakıma da sınavdır bu, kendi kendine tahammül etme sınavı. Bu sınavı veremezsen eğer başka hiçbir sınavı veremezsin. Öyle ya, insan kendine tahammül edemezken, başka kime, nereye kadar tahammül edebilir? Teoman’ın dediği gibi “nasıl oluyor vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor?” diye düşünür düşünür de bulamazsınız.
Birkaç gün önce annem ile kardeşim geldi beni ziyarete… 2 gün kalıp gittiler, bir dahaki görüşme 1 ay sonra… Hepimizin kendi hayatları, kendi zorunlulukları, kendi rutinleri var. Bir zamanlar 4 kişilik çekirdek ailemizin aslında ne kadar “kocaman” olduğunu düşünüyorum şimdi kendi yalnız dünyamda… 4 kişi ne büyük bir kavrammış, ne büyük ortaklıkmış. Hepimiz savrulduk başka başka yerlere… İnanın her gidişlerinden sonra depresyona giriyorum. Kavuşmak ise başlı başına bir bayram…. Bir nevi görüş günleri gibi….
Ağır geliyor şu an herşey..
İşi deliliğe vurdurup şu şarkıyı armğan ediyorum kendi kendime :
Tanrım tek başına koyma kullarını…
Yalnızlığa ancak sen dayanırsın !