Hakkımda

Uzun yıllardır yalnız birinin hikayeleridir bunlar. Kendinizden birşeyler bulmanızı dilerim.

9 Aralık 2011 Cuma

Tam...

Tam sana bir “pencere” açtım,

ördüğün duvarlarla karşılaştım.

Tam penceremi kapattım,

camın önüne çiçek bıraktın.

Tutarı nedir bu bağın?

4 Aralık 2011 Pazar

Darmadağın

Gönderilmemiş mektuplarım var sana sevgilim… Tam sana vermek üzereyken cesaretimi kıran sözlerin. Yırtıp attığım sözlerim var sana, yutup bıraktığım… Pişman olmaktan korktuğum “evet”lerim var sana sevgilim, zırh gibi kuşandığım “hayır”ların arkasında süt beyaz gerçeklerim! Gülüşlerimin ardında kanayan gözyaşlarım var sevgilim, “hiç” saydığım yaşananlarım… Bitecek ümidiyle bu sevgiye olan güvensizliğim var sevgilim, her seferinde kendimi ellerine bıraktığım… Kaçmak için hırsla gidişlerim var sevgilim yine her kapıyı seninle açtığım… Unutmak için avuntularım var sevgilim her cümle senden bir mesajmış gibi şaşırdığım…
Belki hiçbir şey birşeye yaramıyor kişiler bazı şeyleri yitirdikten sonra…Oruç Aruoba
En büyük erdemsizlik sığlıktır. Ne ki bilinçlendirir/gerçekleştirilir/doğrudur/haklıdır…Oscar Wilde
Ey gönül bu söz kırık dökük geliyor. Bu söz incidir... (…) Ey inci kırıldığına acınma. Kırılmakla parlayacak apaydınlık olacaksın. (…) Ey aşık senin de suçun belli oldu. Artık yağı suyu bırak da kırık dökük bir hale gel! Mevlana

30 Kasım 2011 Çarşamba

Ömürlük Emanetin

İstediğim şeyi istediğim anda yerine getiren; mutluluk, önem, şımarıklık, şans sebebimdin sen…

Bir kahve istemem, paketi verirken “içtikçe beni hatırla” demen…

Seni unutamam ki, hiç unutmadım ki zaten…

Uçurum uçurum gözlerine baktığım

Prangalarca boynuma taktığım

Dağ gülleri gibi hasret kaldığım

Her gece uyku diye yattığım…

26 Kasım 2011 Cumartesi

Lalişe mektuplar -1-

Dün hayatımda ilk kez, bir bebek bekleyenin; bebek beklediği haberini bebek bekleyenle beraber aldım. Nasıl tarifsiz bir mutluluktu anlatamam bebek bekleyen ben olmadığım halde. İçimden bir şeyler koptu gitti acaba benim böyle bir anım olabilecek mi diye? Yalan dünyada, geldik orta yaşların başlarına… Henüz hayatımda çok istediğim halde bir “adam” bile yokken bebek sahibi olmak kutupta yaz gibi upuzak… Oysa ne çok isterdim bir sevda kurabilmeyi ve bu sevdayı bir bebekle taçlandırabilmeyi… Olmayınca olmuyor be ne yapsan. Ne kadar istesen de bir türlü açılmıyor bu “yaşam” dediğin kapan… Beynimin tüm olumlamaları, ruhumun tüm çağırışları ile kalbimin diğer yarısı ve minik lalişime…
Umarım çok çok yakınlardasınızdır.


18 Kasım 2011 Cuma

Pembe Gözlükler

Hüzün ne kadar derin eğer mutsuz eden çoksa…
Hayat ne kadar anlamsız eğer sevdiğin başkasınınsa…
Mesafeler ne kadar uzak eğer seni anlayamıyorsa…
Bir sözü bile ne acı eğer seni yaralamak istiyorsa…
Oysa mutluluk ne kadar basit eğer mutlu eden bulunduysa…


Tam da böyle iken…

Evliliğin öfkeyle verilmiş bir kararsa…
Çocuğun bir anlık zaafın sonucuysa…
Söylediğin tüm acı sözler, açtığın tüm yaralar hala bir bakışınla geçiyorsa…
Gülen gözlerin beni de gülümsetmeye yetiyorsa…
Seninle konuşurken aklımdan hala başka hiçbir şey geçmiyor, zaman hala duruyorsa…
Gitmek zorunda olduğun her an bir “rüya”dan uyanışsa…
Her şeye rağmen beni unutamıyorsan…
Her şeye rağmen seni unutamıyorsam…
Bu aldatma değil, bu hata değil, bu pişmanlık değil !
Bu sevgi değil ise ne o zaman?

***"Kaç zamandır mutsuz ediyorsun, izin ver artık da sana bakarken yüzüm gülsün..." cümlene ve o andan sonra taktığım pembe gözlüklerime ithafen...

1 Kasım 2011 Salı

Yabancı Umutlar

Tanıştıklarında henüz üniversite yıllarındaydılar…
İkisi de gözünü birbirinde açmıştı..
Daha önce laftan birileri olmuştu ama bu başkaydı.
Heyecanlı ve özenliydiler, hayalleri vardı birbirlerinin üzerine.  Tek ümitleri beraber olabilmekti “heryerde”…
Aynı evde de yaşadılar, aynı parasızlığı da çektiler.
Gün geldi bu birlikteliği resmileştirmek istediler. İsteklerinin önünde hiçbir itiraz kalıcı olamadı.
Kızın gözü kördü, adam onun yerine gördü, kızı aldı uzak diyarlarına götürdü.
Kız “yapabilirim” zannetti. Önemli olan sevgiydi, gerisi her şekilde geçilirdi…
Adamın ailesiyle beraber oturmayı da göze aldı bu uğurda. Yepyeni bir şehirde yalnızdı ne de olsa..
O yalnızlık büyüdü, büyüdü, geldi kızın yüreğine çöktü…

Adamın ailesinin yanında tattığı rahatlığı fark etti… Kendisi yeni bir kariyer ve sosyal çevre edinme derdindeyken adamın usul usul geriye çekilişini, hayatta kolaylığı seçen her insan gibi pasifize oluşunu izledi. Ailesinin arkadaşları, ailesinin işi, ailesinin parası, ailesinin yaşam tarzı arasında kendine ve sevgisine gittikçe yabancılaştığını, “kendi” seçimlerinin değil “başka” tercihlerin, “başkalarının” tercihlerinin robotu olduğunu idrak etti. O sevdiği insan, o kör aşık olduğu insan acaba nerelerdeydi?
Aldı karşısına konuştu, adam değişmedi.
Azarladı, kavga etti, değişmedi.
Küstü, alttan aldı, değişmedi.
Adamın bu kadar anlayışsız oluşuna daha da içerledi…
Bir sorun vardı, çözülemeyen ve üstü örtüldükçe büyüyen!
Şimdi boşanmanın eşiğinde bir anne ve baba bu yarada kanayan…

Bebeğin hiçbir şeyden haberi yok.
Anne yalnız ve yorgun…
Baba beceriksiz ve hala suskun…

30 Eylül 2011 Cuma

Yıllar Sonra


Bazen daha fazladır herşey…
Bir eşikten atlar insan…
Yüzüne bakmak istemez yaşamın
O kadar azalmıştır anlam !
Gittiğinde böyleydim işte sevgilim…
Ayrılıktan kaçamadık. Birlikte de olamadık ! Ne gitmek iyi geldi, ne avazımın çıktığı kadar bağırmak, uykular haram…  sen başka insanlarla sevişirken canım çok yandı sevgilim. Mutlu olduğunda, bensiz yaşadıklarına üzüldüm, mutluluğuna değil! Çocuğun olduğunda “bizim” olamamasına… sen herşeyi  devam ettirirken, benim bir yerlerde takılmama..
Nispetlerinin acısı, içimdeki sevginle geçti.
Sonra bir gün başımı çevirdiğimde beni eskisi gibi izlediğini gördüğümde sana dedim ki ; “ben de seni sevgilim , ben de seni unutmadım.” Okursan gözlerimi, dökülür söyleyemediklerim, çok ayıp olur bunları dile getirmek ama canımın canı, yüreğimin yarısı seni çok özledim… Ve sana itirafımdır : dönüp gelsen, bebeğin bebeğim

26 Ağustos 2011 Cuma

Sürrealist Deneyimler

Profilimi okuduysanız görmüşsünüzdür ben çok uzun süredir yalnız biriyim. Bir zaman geçip de arkadaşlarınızın değil evlilikleri, çocukları bile olunca size patlatıyorlar : 
-          Eee, sen daha ne kadar bekar  kalacaksın?
-          Yok mu daha biri?
-          Bulamadın mı?
-          Bu gidişle evde kalacaksın !
-          Evlenmeyi düşünmüyor musun?
-          Birileri ile tanıştırılmayı ister misin?
-          Bu saatten sonra fazla inceleme, boşanmış- çocuklu artık kısmet ne yaparsın !
Bu saçmalıklara karşı verecek- saçma da olsa- cevabınız yok. Çünkü bunların cevabı yok. Neden mi?  (yukarıdaki sorulara ithafen aynı sırada cevaplanmıştır)
-          Bilmem, “öylesine” olmayan biri olana kadar.
-          Yok, olsa saklayacak bir engelim mi var gibi görünüyor?
-          Bulmak mı? Ne kaba oldu!!!
-          Evde kaldım zaten, hatta evde hala yalnız kalıyorum.
-          Düşünsen ne olacak? Önemli olan icraat…
-          Hayır. Buna “evet” diyecek bir babayiğit görmedim zaten. Gerçekten yol yordam sahibiysen tesadüf havası katarsın bize haber vermeden !
-          Ya severim sevmem, bulurum bulmam… “Kör gözüme” der gibi ilk gelene atlayayım mı?
Neyse bütün bunlara karşı kibarca verilen savaşta bir de teşhis ekleyiverirler  :  Sosyalleş azıcık ! Zaten haftanın 3 günü dışarda olan birisi olarak daha nasıl sosyalleşeceğim bilmiyorum ya… Anlatmaya kalksan anlamazlar, “illa bara diskoya girmek lazım” derler, “yan masayı kesmek lazım” derler. Pardon ama yaşım 18 değil hani yan masayı kesecek kadar, ben arkadaşımla sohbet ediyorum ya..  Üstelik artık her gece her gece bar disko havalarında da değiliz zaten. Eğlenecek olaylarımız değil, konuşacak olaylarımız daha fazla !
Ne derseniz deyin, bu yargıları yıkamazsınız. Sonunda öyle bir hal alır ki, siz bile inanmaya başlarsınız “aaa evet ben de ne asosyalim” ayaklarına. İşte tam da böyle bir anımdı ! Bir hobi yaratmak adı altında ve daha da önemlisi bunu cümle aleme yayarak “”hey millet bakın artık ben sosyalim” diyerek sorulardan ve yargılardan biraz olsun kurtulmak için resim kursuna yazıldım. Resim benim hayatta hiçbir zaman başarılı olamadığım konu ve çöp adam bile çizemem yani… Ama amaç başarısızlığın üzerine gitmek değil mi zaten? Yes …
Tanımadığınız bir ortama yalnız girmesi bile bir saatten sonra tuhaf. Herkes sevgilisi ya da arkadaşı ile geliyor, sen orada bile teksin. Ama yılmak yok, sosyalleşeceğiz !
Neyse ilk derse geldik, kocaman da bir resim defteri aldım ki yapa yapa bitiremeyeyim diye… Başladık hocanın anlattıkları doğrultusunda çizmeye.. Tabii karşı da vazo var, benim çizdiğim kavanoza benziyor, hoca gelip çizgileri, oranları ayarlıyor. Bir de üstüne üstlük “böyle mi görüyorsun?” diyor. Hayır hocam görmem de problem yok da işte parmaklarımda problem var, gördüğünü aktaramıyor kağıda. Hani ben de bu sorun için gelmiştim zaten, adı üstünde hobi, zorunluluk 0 ! Hoca diğerlerine bakıyor, aferinler çekiyor, bana geliyor ben hoppp bitirmişim resmi. Baştan başlattırıyor, öyle çabucak resim çizilmezmiş. Resim sabır meselesiymiş. İyi de ne sabrı ya, ben hobi için geldim, üstelik birinci ders yani, benim sabrım taşıyor !!! Bu arada paralı iç mimarlık okuyan zengin züppelerinin ooohh yeaaa tavırları arasından autocad programına daldı hoca.. ben sıkıldım ama 5 saattir aynı vazoyu kavanoz gibi çizmekten, azıcık burayla da ilgilensek, nasıl çizilir anlatsak? Baktım tuhaf tiki tavırlar devam etmekte ve haftanın tatil olan tek günümde beni biri zincirliyormuş hissi yavaş yavaş gelmekte, satarım uleeeen anasını deyip (tabii içimden) bir bahane ile vaktinden önce çıktım. Çıkış o çıkış, verdiğim bir aylık kurs parası da yandı, ayakları havada olan bu heves sürrealist bir deneyim olarak tarihte yerini aldı:)

25 Ağustos 2011 Perşembe

Simetri

Güzeldi senli günler… Gülüyordu senden gelen tüm sözcükler… İştahsızdım, uykusuzdum ama gerçekten mutluydum… Çünkü ruhumu besliyordun… İliklerine kadar mutlu olmak neydi yaşıyordum… Sadece sesini duymak bile yetiyordu.. Aslında daha fazlasını istiyordum ama sen izin vermiyordun…
Gelmiyordun, gelemiyordum… Israr ediyordum, kaçıyordun… Naz yapıyordum, yalan söylüyordun. Bekliyordum, unutuyordun . Ne yapsam olmuyordu, gittikçe umutsuzlaşıyordum…  Karar veriyordum, askıya aldırıyordun… Vazgeçmeye çalışıyordum, bırakmıyordun… Ne oluyordu ikimize ben bile anlayamıyordum. Hissettiklerimi o kadar büyüdü ki,  bu yükü beraber taşımak istedim… Geveledin, yine bir şey söylemedin… Bu korkaklığın canımı o kadar acıttı ki, sığınabildiğim en uzak yerdeydim... O en uzak yer bile seni unutmaya çare değil, biliyorum ama hala bir yerde de seni bekliyorum…
Olur ya;  birgün sen de güzeldi “senli günler” dersin… Benden gelen tüm sözcüklere gülümsersin… İştahsız, uykusuz ama gerçekten mutlu olduğunu fark edersin… Çünkü ruhu beslerim, çünkü ruhum senin… İliklerine kadar mutlu olmak ne ilk kez bilirsin. Değil sesimi duymak beni düşünmek bile yeter… Daha fazlasını istersin fakat; gelemezsin çünkü bıraktığın yerde değilimdir… Gittikçe sen olurum, gidemezsin…
Fondaki şarkı : Zuhal Olcay - Çaresizim
Seversin sevmez, gel dersin gelmez, bu acı bitmez
Çaresizim çaresiz
Gün gelir arkasından koşarsın, bekle dersin, bir kere dönüp bakmaz
Çaresizim çaresiz
Bir gün gelir aşk biter, insafsızca terk eder..
Bütün bunların ardından sadece gözyaşı kalır
Beklerim gelmez,  haykırırım duymaz,  ağlarım bilmez
Çaresizim çaresiz........

Olmalı mı - Olmamalı mı?

Değer yargıları…
Doğrular, yanlışlar..
Kati kararlar..
Aldatmalar…
Olmalılar, olmamalılar…
Nereye kadar?
Kime kadar?
Değer yargılarını benimseyip –meli/malı’lara göre hayatını yaşayanlar…
Herşeyi  boşverip  canı ne isterse yapanlar….
Ölüm bizi sonsuz bir çizgide eşitleyecekse bizden sonra söylenecek olan sözlerin anlamları var mı? Olmalı mı?
Neye yarar?

Hayat; mutlu olabildiğin gün sayısıdır.. İster başkalarınınki pahasına, ister onlarınkine ilave olarak….
Gönül ister ki, yarin yanağından gayri her şey ortak…

Kalp Grafiğim

Önce…
Hayatın bana armağanıydın sen. En çaresiz anda gelen, en çok kabullenilen, vazgeçilmeyen…

Sonra…
Hayat, sana hissetiklerimi senin gerçeğinle yüzleştirirken aslında sana ne kadar çok anlam yüklemiş olduğumu fark etmeye başladım. Gerçeği her anlayışımda seni bir kez daha savunmaya başlıyordum bana karşı… Benliğim; duygu ve düşüncelerimin sen çağlayanında boğuluyordu hep…

Neden sonra kendi başlattığından kendin vazgeçtin… Topraklarım çatladı… İçimdeki ağaçlar kurudu… İçimin suları çekildi… Kuruttun kuruttun, taaa küçük bir birikintiye dönüştürdün o coşkularımı…

Şimdi…
Biz seninle haritada artık hiçbir nehrin kavuşturamayacağı, iki küçük su lekesi…
Ne eskisi gibi ağaçlarım var, ne coşkum… Bahçelerim solgun, heveslerim yorgun…

Gelecek…
Eskisi gibi ya da değil… Mutlu veya mutsuz.. Sensiz fark eder mi?
En acısı da; bunları hak etmiyorsun değil mi? Hak edecek biri gelir mi?

() Dişi Kelepçe ()

“İmdaat !!”  diyerek arkama bakmadan kaçasım geliyor bazen… Hemcinslerimden, kadın olduğumdan nefret ediyorum bazen… Keşke diyorum erkek olsaydım, daha kolay olurdu bazı şeyler… Kadınları erkekler anlamayı başarabilmiş değil ya… Bence kadınlar da kendileri anlamayı başarabilmiş değil…
Mesela, erkekler..  Erkekler net konuşur. Düzdür , bir şey isterlerken birşeyi kastetmezler, sağ ellerini boyunlarının altından dolandırıp sol kulağı tutmazlar… Yalan söyleyemezler… Ya da söylediklerini zannederler… Kadınlar ispatlayamasalar bile onun yalan olduğunu anlarlar. 6. his deyin isterseniz, anlaşılır…
Oysa kadınlar… Öyle bir oyun oynarız ki, bazen kendimiz bile şaşarız ; hem yazıp hem yönetip hem oynadığımıza. Bir şey mi istiyoruz; net olamayız, dolandırırız dereden tepeden, aşırırız dağdan bayırdan… Sadede gelinceye kadar bazen varmak istediğimiz noktayı unuturuz, bazen ise nasıl bu kadar planlı ilerlediğimize şaşarız. Eee sonuç itibarı ile elimizde yazılı bir metin yok, doğaçlama oluyor yanee. Bazen çocuksulaşırız, bazen olgunlaşır, bazen cıvıl cıvıl… Şekilden şekile, amaç neyi gerektirirse…

Erkekler bu dolambaçtan hoşlanır ne kadar inkar etse de. Çünkü bünye olarak buna odaklanmışlardır. O kadar alışmışlardır ki bu duruma -bir hanımefendi asla evet demez. “Belki” diyorsa “evet”tir, “hayır” diyorsa “belki”dir- diye kendilerine taktik bile belirlemişlerdir. Sonuçta “ısrarlara dayanamadığımız için mi?” yoksa “zor kadın olmak için” midir bilinmez yelkenler fora olur…
İş buraya kadar olsa yine iyi.  Ama yok, hayatımız böyle.. Diyelim ki sevgiliniz ısrar etti, kızarsınız ısrar ediyor diye. Adamcağız, bir sonra ki sefere yanmış ağzıyla yoğurdu üflemeye çalışan hoca misali teklifini bir kez yapar. “Olursa olur, olmazsa ne yapalım?” der gibilerinden… Kabul etmediniz, ısrar etsin diye beklediniz mi? Bu seferde ısrar etmiyor diye kızarız.

Ya da saçlarımız kestirmek istiyoruz, sorarız “nasıl yapalım?” diye.
Adam : -Kestir canım.
Kadın : -Aaaa, kestirince toplanmıyor ama.. düğün vs.. olursa topuz nasıl yaptıracağım?
Adam:  -Kestirme o zaman canım?
Kadın:  - Ama çok sıkıldım. Değişiklik istiyorum, sıkıldım bu uzun saçtan.
Adam: - Sen bilirsin hayatım, sen iki şekilde de güzelsin (burada durumu toparlamaya çalışır)
Kadın: - Ama sen de hiç yardımcı olmuyorsun ya.. Üfff yaneaa…Çok kızdırıyorsun beni, hiç fikir de vermiyorsun…

Daha da ilginci; bunları konuşabildiğimiz kişiler genelde gay olur, yani kadın ruhu biraz daha fazla olan erkekler...  Ama nedense biz konuşabildiğimiz değil konuşamadığımız erkekleri tercih ederiz. Yani özet olarak, maçodan iyi sevgili, gayden iyi arkadaş olur...

----Masal----

Bir varmış, bir yokmuş…Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ülkenin birinde bir oduncu ve ailesi yaşarmış. En büyük çocukları, en çok ümit bağlananıymış. Aile kendi çektiği zorlukları oğlunun çekmemesini isteyerek oğlunu hattat olmaya yönlendirmiş. Gel zaman git zaman, hattat oğlan bir kıza aşık olmuş.
Kız hem naz yapıp hem de istekli davranıyormuş. Belki de tüm bunlar, oğlana öyle gelirmiş. Başlayamadan biten duygular gitgide ağırlaşmış ve hattat birgün canına kast etmiş. Durumu fark eden ahali müdahale edip oğlanı zor bela yaşama geri döndürmüş. Hattat oğlan bir müddet yaşadığına pişman bir şekilde ortalıklarda dolaşmış. Ne var ki, yaşama bir yerinden tutunmak zorunda olduğunu fark etmiş.. İçindekileri yazıya aktarıp şiirler yazmaya , ebru yapmaya başlamış.
Günün birinde karşısına başka bir kız çıkmış. Kız bir evin bir kızıymış,evden dışarı çıkarılmamış, hattatı tanımaz, bilmez. Babası vermiş kızı. Hattat bu kızı diğerini sevdiği kadar sevdi mi bilinmez ama evlenmişler.
Karısı, hattatın taşıdığı ruhun tam tersi çok sert bir insanmış. Hattat ne kadar duygusal bir adamsa, karısı da o kadar kati düşüncelere sahip yani…  Şiirler yazarmış, karısı içten bulmazmış; sevgisini gösterirmiş, karısı görmek istemez. İyi davranmış olmamış, kötü davranmış işler iyice tersine gitmiş. Hattat iyice içine kapanmış. Karısı da daha çok söylenmeye başlamış. Artık o kadar kopmuşlar ki birbirlerinden sadece aynı evde yaşayan iki yabancı olmuşlar. Karısı hem suçu adama atarmış. Adam da kadına… Birbirlerinden istekleri olurmuş zaman zaman konuşmaya çalıştıklarında. Ama ne kadar konuşulsa  boş.  Sonuç hep kavga…
Düzelmek mi istememişler yoksa düzeltilememişler mi bilinmez… Adam mı ilk sevdiğini unutamadı uğruna intihar ettiği, yoksa kadın mı gerçekten yardım edilemeyecek kadar mutsuzdu? Kadın daha önce hiç birini sevmiş miydi? Sevmek öğrenilir miydi?  Sevdikçe güzelleşilir miydi? Sevdikçe egolardan geçilir miydi? Neydi paylaşılamayan, neydi bu kadar zindan olan? Bir şiirin yapmacıklığı mı önemlidir yoksa ne olursa olsun yazılması mı? Şekil ne olursa olsun, sevgisini göstermek midir asıl olan, yoksa şekillerin de reddedilmede payı var mıdır?
Yoktu bu soruların cevabı…
Sadece bu dünyadan, mutsuzluğu birbirine armağan etmiş bir çift geldi geçti. Oysa mutluluk sevmeyi bilen kalplere çok zor değildi…

Yaşam Sanatı

 Her insan kendi hayatının baş rol oyuncusudur. Diğer insanlarının çoğu için hiçbir anlam ifade etmeyen “ben” kavramı, aslında kendi hayatı için ne kadar büyük anlam teşkil eder… Bu nedenle yaşadığımız her şey önemlidir, sadece kendi başımıza gelmiş kadar büyüktür. İhanetler o nedenle bu kadar kabullenilmezdir. Yalanlar o nedenle bu kadar acıdır. Bize nasıl yapılır, olacak şey midir? Bu kadar emek verilmiştir, bunlar mı hak edilmiştir?
                                                          
Trende, metroda, otobüste, yan masada konuşan insanların sohbetlerinde, iş arkadaşlarının diyaloglarında, kendi hayatında, dizilerde, televizyonlarda, kısacası heryerde duyarız bu haksızlıkları. Herkes hak etmediği bir hayatın içinde, hak etmediği olaylara maruz, gebe… Mutsuzluk her yerde… İyi de yorulmadık mı? İster kendi mutsuzluğumuzdan, ister başkasından yorulmadık mı? Yorulduuuuk…
İnsan ne olursa olsun pozitif insanları görmek istiyor hayatında. Her şeye rağmen “yaşadım gördüm”, “hatalıydım öğrendim”, “denedim biliyorum”, “düştüm, kalkıyorum” diyen insanlarla, geleceğe bakan, bugünü dünden ayrı tutan insanlarla beraber olmak istiyor.  Çünkü geçmiş yıpratır, öldürür, çürütür.

İşte “30. hayat sanatı yılıJ” bana bunları getirdi. Artık 18- 19 yaşlarındaki kadar dinamik olmayan hayat, 20’li yaşlardaki ilk ciddi ve kalıcı ayrılıkları, terk edilişleri “seni seviyorum” derken aniden başkasıyla evlenmeleri, zamansız gelen ölümleri, ağır ruhsal çöküntüleri, hayatın toz pembe renginin ardına sığınmış pislikleri, senin yollarını yokuşa sürerken başkalarına yapılan torpilleri görüp - yani bardağın boş tarafına rağmen- ayakta kalmak zorundalığını anlattı bana… Ve aslında benim de bazılarını nasıl terk ettiğimi, sebepsiz yere hayatımdan çıkarttığımı, bana nasıl torpil yapıldığını, beni neyin nasıl koruduğunu, nerelerden nerelere getirdiğini  -yani bazıların bardağını nasıl boşalttığımı-kanıtladı bana. Yani gözüm, hayat iki seçenek sunuyor sana. Ya payına düşen kederi parlatacaksın, ya da kaderinle dost geçinmeye bakacaksın.... Seçim senin..

Yalnızlık Sarkması

İngiltere Sosyal ve Ekonomik Araştırma Enstitüsü’nün yaptığı bir çalışmada; tek çocukların rekabetçi bir ortamda yer almamaları, kardeşleri ile çatışma yaşamamaları gibi nedenlerden dolayı daha mutlu, umutlu ve gelecek kaygıları daha düşük olan bireyler olduğu tespit edildi. Haber aynen bu şekilde… İnandırıcı buldunuz mu?
Çin gibi kalabalık devletlerin nüfus planlaması amacıyla otuz yıl önce başlattıkları tek çocuk uygulaması; 1980’li yıllardan sonra değişen ekonomik tercihlerle doğru orantılı olarak şekillendirilmek suretiyle ülkemizde de vücut buldu ya da buldurtuldu. Bu bağlamda Kürt gruplara tam tersi bir politika aşılanırken Türklere bu şekilde bir yalnızlaştırma ve nüfusunu azaltma politikasının uygulanması ülkemizin o dönemde atağa kalkan ve hala daha bitirilememiş PKK terörü sorunuyla aslında yakından ilgiliydi. Modernleşme adı altında “bakabileceğin kadar çocuk” aşamasında kalsa gerçekten bir sosyal politika adımı olabilecek bu yöntem gittikçe ileri götürülerek herkesin tek bir çocuk sahibi olmasına izin verir bir hale döndü… Artık büyükşehirlerde yaşayanların hayatın yorgunluğu ve iş hayatının stresi içerisinde sıcak bakmadıkları “ikinci çocuklar” küçük şehirler ve kasabalarda da ekonomik kıstaslar nedeniyle tercih edilmiyor. Araştırmalar da bu şekilde düşünenleri haklı çıkarmak için biçilmiş kaftan…

Oysa ki ; kardeş olabilmek bir ayrıcalıktı ! Aynı bisikleti kullanabildiğin, aynı oyuncağı paylaşabildiğin, aynı giysileri eskitebildiğin… Ne kadar kızarsan kız, beş on dakika sonra barışabildiğin; onun canı acısa kendi canınmış gibi üzüldüğün yarı’ndır. Yarın’ındır aynı zamanda… Geleceğin, güvencen, sorumluluğundur… Annen-baban ölse, ayrı ayrı insanlarla evlenip gitsen, dünyanın bir ucunda yaşasan, bir araya geldiğinde kedi-köpek gibi kavga da etsen, o’dur senin tek kişilik ailen… Herşeyi söyleyebildiğin ama dönüp yine barışabildiğin… Bir “aslan kral”dır, tüm hakimiyeti ellerine teslim edebildiğin… Yavrusu yavrundur, canı canın…

Dilerim ki; anne babalar kendi kardeşlik duygularını hatırlayarak bu dayatma bencilliği durdurur. Dilerim ki; yapayalnız nesiller zinciri teyzeler, amcalar, dayılar ve halalar ile kırılmış olur; yalnızlık geniş zamanlara sarkmasını durdurur…        

Koni Kalp

Bugün kalbimin bana bugüne kadar öğretilenden farklı bir şekilde olduğunu anladım. Tabanı oldukça geniş olmasına karşın yukarıya doğru daralan bir şekil bu, oda oda bir piramit… Yok, piramit olması için köşelerin olması lazım ama benimkinin köşeleri yok oysa.  Bundan on sene önceydi köşelerim, kalbimin köşeleri…
Geçen on sene, benim sınırlarımı, olurlarımı – olmazlarımı, kesin – kati kararlarımı, duygularımı, inançlarımı, değer yargılarımı, hak etmişlikleri – etmemişlikleri  törpüledi. Kalbimin köşeleri törpülendi, eridi. Hepsini yuvarladı hayat, ister deyin virgülden sonra bir üst basamağa, ister deyin yokuş aşağıya… Yuvarlanırken herşeyi darmadağın ettiğim zamanlar da oldu, raydan çıkıp şarampole devrildiğim zamanlar da… Bunlara rağmen kendimi yeniden yola soktum, bazen hız kestim – bazen gaz verdim, devam ettim, devam edeceğim ! Yavaşlığın değil, sakinliğin gücünü keşfettim… Kısacası, kalbimi bir piramitten koniye dönüştürebildim.
Koninin tabanı, en az sevilen çoğunluğa ait. Koninin tepesinde ise çok sevilen azınlık… İnsanlar nasıl ve ne şekilde haraket ederler bu taban – tavan arasında hiç bilmem.. Anlayamadım kendi kalbimi bile. Bazen yıllarca tabanda kalanlar olur, ne yükselirler, ne de çıkar giderler kalplerimizden. Bazen de hızla yükselişe geçerler. Bazen siz “dur” dersiniz bu yükselenlere, bazen tutar çekersiniz ellerinden tepeye “gel, burası sana ait” diye… Kimi kalır yıllarca orada hiç değişmeden, kimi boşaltır gider ansızın - fark ettirmeden… Kimi kilitler altında tutar kendini, anahtarı nerde saklı bilinmez; kimi ayan beyan deşifre eder sevgisini karşılık beklemez… Kimi gelir geçer, kimi gelir gider yine gelir yine gider, kimi durur bekler… Kimi sıçrar beyne hükmeder; kimi tüm hücrelerinle ters düşer, bünyeyi isyana teşvik eder… Kimi diğerlerini esir alır, pabucunu dama attırır; kimi adil davranır, eşit çalışır… Kimi doğruları nedeniyle oradadır, kimi inanmak istediğimiz yalanları için…
“Kim, neden, neye rağmen, ne şekilde ve nereye kadar orada?” hayat belirliyor, müdahalesi yok, acısı – olayı çok. İzliyorum bu duraksız devinimi, kalbimin gelip gidenlerini, misafirlerini… Merak ediyorum hangisi misafir değil evin asıl sahibi…

Beni Kategorize Etme!!

A sınıfı erkekler :
Ne zaman, nasıl etkileyeceğini bilir. “Nerde – nasıl öğrenir?” genellikle bilinmemelidir. Bilinirse büyüsü bozulabilirJ Sakin ama hızlı, kendine güvenen ve ne istediğini bilen, kontrolü her daim ellerinde tutan, bilgiyle küstahlık çizgisini iyi ayıran bir jantidir.
Buradan sonrası ikiye ayrılır :
1) Kendisinin tam anlamıyla size ait olduğu hissini vermese de sizinle birlikte olduğu dönemde tek eşlidir. Ne kadar çıldırmaya çalışsanız da, son derece kontrollü ve sinirlerine hakim, hırslarından arınmış yüce kişiliktir.. Aranızdaki yaş farkı buna sebep oluyor olabilir. Bu nedenle unutulmaz ve saygı değerdir. Tip – yakışıklılık hiçbir şeydir.
2) Sizinle birlikte olduğu dönemlerde başkalarını da tercih edebilir. Etmese de mavi boncukları seve seve bol keseden dağıtabilir. Hırslarına hakim olamadığı için söyledikleri inandırıcılığını yitirir. Bilgilerine dayanarak kendini akıllı zanneder ama sadece gönül eğlendirilir. Eğer kendisini ve ilişkinizi ciddiye alıp da kısıtlamaya çalışırsanız tam ters tepebilir. Bu nedenle “ah edilen”dir.
B sınıfı erkekler :
Sevimli, utangaç, yol yordam bilmez bir acemidir. Telaşlı ama sakar, sizi mutlu etmek için kendi isteklerinden vazgeçen, kontrolü daima ellerinize teslim etmiş, bilgisi sınırlı ama sadakati sonsuz bir ana kuzusudur.
Buradan sonrası ikiye ayrlır:
1)İlk başta böyle görünüp sonra yavaş yavaş değişirler. İlk başta hoşunuza giden lehinize kontrol yönetimi,  sinsi bir köleliğe dönüşür. Bu duruma değil de değişimine üzülürsünüz. Taa en başında tanıdığınız insan giderek değişir. Ana kuzuları, büyük kedilere dönüşür. Anlatmaya çalışırsınız dinlemez, değiştirmek istersiniz değişmez, idare etmeye çalışırsınız yönetilmez.
2)Hep oldukları gibi kalırlar. İş bilmezlileri, kontrolü hep sizin elinize teslim etmeleri, size olan sadakatleri limandaki bir gemiye bürür ilişkinizi. Güvendesinizdir ama heyecandan uzak… Oysa gemiler, limanda demirlemek için inşa edilmemiştir!
Gelelim A sınıfı kombinasyonlarına…
A1 nesli tükenmek üzere olan bir tür olup ne yazık ki doğal yaşam alanlarında koruma altına alınmıştırJ Koruma altına alınmasının sebebi de diğer kategorilere dönüşmeyecek kadar kişilikli olmasıdır.
A2’den olup A2 gibi kalanlarla ilişkiniz gönüllü ve heyecanlı bir kölelik olduğunuz sürece yürür. Aşk, ihtiras, aldatma, kabul edersen ne ala…
A2’de başlayıp kapanışı B2 gibi yapanlara tek söylenecek söz var : Kadının fendi erkekleri yendi ve hey gidi günler heyJ “Eski çamlar bardak oldu” da denebilir.
A2’de başlayıp B1 ile devam edenler ise hiç çekilmez, direkt intihar sebebi.
Sırada B sınıfı kombinasyonları  :
B1 veya B2’den A1’e geçiş olmaz. Doğa kanunlarına aykırı! Geriye tek seçenek kalıyor, A2’ye geçmek, bunlarda da kesin bir sınıf atlama ve parayı bulma durumu yatar ki bizzat yaşamasanız da çevrenizde çok defa örneklerini görürsünüz.
Var mı ilavesi olannnn????
Yıllardır bizi eğlenilecek –  evlenilecek diye sınıf sınıf ayıranlara, benden de ufacık  -  2 yetmez , 4 sınıflık bir kategorizasyon.
Evlenilmez eğlenilmeden. İade-i itibar lütfen…

Bir Sabah Uyandığında

Apar topar hücrelerinden alınan üç gencecik insan... Çalakalem yazılan üç veda mektubu...Son anda bile doğru yolda olmayı haykıran üç nefes... Birlikte girilen ve birlikte sonlandırılan tek bir yol...
O yolun sonu 1980'e uzandı, orada çıkmaza dayandı! Sağa kırılan direksiyonda yeşil kuşak kabardı, etnik terör tırmandırıldı, sermaye sıvazlandı, işçiler birlik olmasın diye dağıtıldı, çok okunmasın – kafalar karışmasın diye eğitimin içi boşaltıldı, yapıldı da yapıldı...
Aradan geçen otuzdokuz senede bırakın ideolojiyi, bırakın ekonomiyi, biz özümüzü - değerlerimizi kaybettik. Memurlarımızın hepsi işini bildi, orta direk ezildi, köşeyi dönmeyen enayi ilan edildi, amaca giden her yol mübah bellendi, ilişkilerimiz bile çökertildi. Yalanlara boğulduk biz ! Olmayan paralara kandık biz, vicdanımızı - merhametimizi kaybettik biz !
Bugün bardağın sadece taşan damlasını görenler, sistemin amacından saptığını kabullenenler, yani Hanefi Avcı'lar veya Nurettin Veren'ler hatayı farkettiler. Ama artık nafile... Kılavuza gerek olmayacak bilinen köylerde...
Zira o köyler işgal edilmeden Hüseyin - Deniz - Yusuf'tu bize yol gösteren...
İşte bundan tüm üzülmem...
Aşkolsun çocuk sana aşkolsun, mezarının başına yanan bir sigara da benden olsun...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Çalınan Hayatlar mı, Sorular mı?

Yıl 1992…
11 yaşındayım…
O zamanlar ilkokul beş sene olup henüz “ilköğretim” adı altında orta okulla birleştirilmemiş. Anadolu Liseleri ve Kolej sınavları ilkokuldan hemen sonra yapılıyor.. Sınavlar öyle her yerde olmaz. “Taşralıların canı çıksın” misali illa şehir merkezlerine taşınacak o kadar çocuk ve ailesi… Otobüs bugünkü kadar sık değil, araba bugünkü kadar yaygın hiç değil… Babam ne yapıp edip ödünç bir araba buldu. Eee hayat memat meselesi, sınav deyip geçmez. Sabahın kaçında kalktık, şehir yollarına düştük bilinmez. Güç bela vardık sınav merkezine. Sınav neydi, nasıldı hatırlamıyorum o kadar sene geçtikten sonra haliyle. Hatırladığım tek bir şey var : Sınavdan çıkıp babamın kollarında karın ağrısından bayıldığım. Babam kollarında beni bulabildiği ilk eczaneye götürüp ağrı kesici iğne yaptırdı. Gözlerimi açtığımda vakit akşamüstü olmuş, annemle babam başımda bekliyorlardı. “Geçti” diyebildiler… Döndük geldik emanet araba ile evimize…
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, sınav sorularının çalındığı açıklandı. “Sınav tekrar edilecek” dendi. “Öldürseniz bir daha sınava girmem” dedim. Annem yalvardı, ikna etti. Düştük yeniden şehir yollarına. Bu sefer babam ödünç araba bulamadı, otobüslere talim ettik. Sınava 20 dakikaya yakın geç kaldım. Yaptım, çıktım, bu sefer rahattım, nasılsa kazanamayacağım…
Sonuçlar açıklandı : Kazanmışım ! İnanamadım.

Yıl 1999.
18 yaşındayım.
Üniversite sınavı ÖSS ve ÖYS’den oluşan iki basamakken ÖYS kaldırıldı, tek basamaklı ÖSS’ye geçildi. Üstelik puanlama sistemi tümden değişti. ÖSS olacak ama konular ne olacak, ÖSS ve ÖYS tümden mi sorulacak yoksa sadece biri mi, hangisi? Sınava saatler kala soruların yine çalındığı açıklandı. Ohh, bu sefer girmemiştik sınava bari. Ertelendi, yeniden sorular basıldı, tarihler vs. değişti. Girdik sınava, rastgele kazandık bir yerleri. 0,0001 puanın bile yerleştirmede rol oynadığı bir ortamda neden puanımız tutarken üst tercihe giremedik, kimse açıklayamadı. Biz de zaten karıştırmadık, zira kazandığımı yerden de olabilirdik.
Yıl 2010…
29 yaşındayım.
Özel sektörden devlete transfer olma hayali ya da başka şehirlerde yaşama arzusu, kazanayım da elimde bulunsun düşüncesi vs… ne dersen KPSS’ye gireyim dedim. Sorular gene çalındı. Düşündüm, taşındım; acaba uğursuzluk bende miydi? Sınava girdiğimi haber alan gizli güçler mi bu komployu hazırlıyorlardı?
Yıl 2011…
30 yaşındayım.
Artık sınava girilmemesi gerektiğini öğrendim ama hayret  bu sene de sınav soruları çalındı. Sizi temin ederim ki, bu sınava girmedim. Sıra sekti sanırım..
Demem o ki; bu ülke yitik nesilleri ile 30 senedir değişmedi. Demem o ki; bu ülkede ellerinde terazi tutan kadına çok zaman önce tecavüz edildi.

Kalbimin Kuşlarını Uçuran Adam


Benim gözlerim kapalı.. Ellerimden tutuyorsun, merdivenleri çıkıyoruz. Sen kapıyı açıyorsun. Gözlerimi açıyorum, sadece krem ve upuzun saten perdeleri olan bomboş ahşap bir ev. Yüksek tavanlar, gıcırdayan tahtalar ve cumba… Penreceden karşı ev görünüyor, sokak dar. Şaşırıyorum. “Neresi burası?”, “neden geldik?” bilmiyorum. Sen ellerimden tutuyorsun, kapının hemen yanındaki odaya, salona geçiyoruz. İnce bir aydınlık sızıyor içeriye, pencereden. Yerde, pencere kenarında iki küçük minder var, bir kırmızı… Oturuyoruz, kırmızı minder benim. Nasıl anlatacak şeyimiz var birbirimize, nasıl biriktirmişiz... Hem sen konuşuyorsun, hem ben.. Gülüyoruz aynı anda başlayınca söze… Neden olduğunu bilmesek de heyecanlıyız, çocuklar gibi heyecanlı… İçimde kuşlar uçuşuyor…

Bir an dalıyorum, sen anlatırken. Fonda senin sesin, seni inceliyorum sanki ilk defa görmüş gibi. Gülümseyen yüzün, sarı - başına buyruk - özensiz ve uzun saçların, hafif çıkmış sakalların, üzerinde salaş bir kot pantolon, beyaz bir t-shirt, bir bacağını uzatmışsın, ellerini diğer bacağında kilitlemiş halde hala anlatıyorsun… Ne anlatırsan anlat önemli değil, sana inanmam için tüm cümleler… Söylediğin tüm sözlerin ezberim , söyleyecek olduklarınsa hayalim… Hayatıma hoş geldin sevgilim…

Yelken

Bardağı yavaş yavaş doldurdum ve sanırım artık taşma noktasına geldi. Hatrı sayılabilecek bir zaman da geçti üstelik. Bu çokk uzun süre zarfında neleri öğrendim, neleri törpüledim, neler sivrildi bunları anlatmak zor. Değişir bakış açınla bağlantılı olarak....
Her neyse ne...
Gerçekten limitler doldu, ibreler sona dayandı, yolun sonuna gelmekten uzak olan ben yarı yolda yakıtı tüketti. Artık gücüm bittii!
"Bilsem ki sana varmak içindi bütün bunlar" diyebileceğim bir durum olmasa da tüm benliğimle, hücrelerimle diliyorum - umuyorum - bekliyorum.
Gel, bir yelkene koy beni, al ve götür hiç tanımadığım uzaklara...
Kaçıyorum bu dünyadan nedenini hiç sorma...

Yüksek Gerilim Hattı

Eskiden telaşlı insanlara bayılırdım. Gözümde büyük önem taşırlardı, büyük adamlardı. Telaşları, vakitsizlikleri bu yüzdendi.
Yeni moda şu : Herkes telaşlı... Herkes bir yere yetişecek. Hiç kimsenin vakti yok. Herkes meşgul, herkes yoğun...

Defalarca aynı durumu yaşadım farklı farklı kişilerle. 'Yok, tesadüf' dedim, 'söyledikleri mazaret değil, gerçekten öyledir' dedim, avuttum kendimi. Bıkmadım, alınmadım yine aradım. Bir arkadaştı çünkü sesini duymak istediğim, bir avuntuydu ihtiyaç hissettiğim.. Maalesef geç de olsa gerçeği kabul ettim : Artık bana ayrılacak vakit, sadece onlar istediğinde var. Yine de inatlaşmadım,payıma düşenle yetindim biraz kırgın olarak sadece. Teknolojinin bizi getirdiği nokta budur işte. Bir tıkla gönderilen mektuplar, bir tuşla ulaşılan insanlar değersizleşti.  Kolay ulaşılan, kolay yitirilir çünkü. Nasılsa hep aynı telefonun ucunda, nasılsa hep aynı tık'ta, sen müsait olduğunda ! Ya da yok mu artık hayatında, sanal olarak başka biri dolduruverir o boşluğu sana. Perde arkasından görülerek sevilen kişiler ve uğruna ömür sarfedilenler... Yıllarca her zorluğa direnen dostluklar, sevgiler... Hasretten prangalar eskitip hergün sayfalarca yazılan mektuplar, nameler... Gelecek mi diye yollarda kalan gözler... Arar mı diye evden dışarı adım atmayan bedenler... Neredeler?
Elektriğin yettiği ölçüde meşguller...

Hamuş

Bir süredir Mevlana ve tasavvufi felsefeye karşı bir merakım var. Piyasada bulunan kitaplar - özellikle de bestseller - işin kurgu ve roman boyutuyla çarpıtılması mıdır? yoksa piyasalaştırılması mıdır? her neyse bilmiyorum... Tüm bunlar bir yana, arada verilen bilgilerin de yanlışlığına dair birtakım kanıtlar tespit edince "eee ben şimdi hangi kitabı okuyacağım" diye düşünmeye başladım mı kara kara... neyse araştır araştır, bir yazarın kitabını alarak mevlana denizine dalış yaptım!!!

Denize daldım ama ah bu ben, kendi başıma da yüzmem, illa onu bunu çekiştiririm yanımda, yöremde olsun diye... Yüzmese bile illa denize girsin diye:):) Bu bağlamda okuduklarımı tartışacağım ve çevremdekilere anlatacağım, tutturdum yine...Can çıkmadan huy çıkmaz tabii.. Eee herkesin her konuda fikrinin olduğu bir ülkede ve de bir dönemde yaşıyoruz ya... Ben anlatmaya başlayınca onlar da okuduklarından, duyduklarından, izlediklerinden vs.. yola çıkarak anlatıyorlar. Konu her seferinde geliyor mu Şems ile aralarında olan ilişkiye ve son darbe, sıkı durun : "Mevlana eşcinsel ! " demeye...Evet aynen budur durum. İlk başlarda pek aldırış etmedim ama artık bir saatten sonra sıkılıyor insan ister istemez.. SANA NE?? Sen bu kadar okuduğundan onu mu çıkarttın? Üstelik okunan kişi Mevlana, hoşgörünün en üst otoritesi ! Bütün bunlardan daha da sinir olduğum ve deyim yerindeyse" tüy dikilen" cümle : " Ben saygı duyuyorum, beni ilgilendirmez ama yani sen ne düşünürsün ki?" Seni ilgilendirmiyorsa neden görüş bildiriyorsun madem? Saygı duyuyorsan neden çekiştire çekiştire anlatıyorsun madem? Hepsi palavra bu cümlelerin...
Henüz okuduğum kitap bitmedi, üstelik birkaç yeni kitap daha aldım, koskoca Mevlana'yı tek kitapla bildiğini zannetmek gafletine düşenlerden olmamak adına... Onlardan çıkaracağım sonuçlar nelerdir bilmiyorum ama bildiğim tek şey var. Biz, üzerinden geçen 700 küsür seneden sonra bile kendisini değerlendirebilecek akla ve kalbe ve bilime sahip değiliz. Çünlü bizler; makam - mevki, para - pul, haset - tamah gibi zincirlerle fani şeylere bağlanmış küçük insanlarız. Bunun için ilk önce zincirlerimizden boşanmalıyız ! Kalbimizi özgür bırakmalıyız...

!!! Koku !!!

Sosyal hayatın en zor işidir ortak noktalar yaratıp o alanlarda yaşayabilmek….
Üniversitede,  yurtta kalırken bir arkadaşımız vardı, teni kokan… Gerçekten hastalık boyutundaydı ki , bir gece yarısı kokunun yoğunluğu nedeniyle uykumdan sıçradığımı bilirim. Başım, yastığa boca edilen parfüme gömülü uyumaya çalışmıştım. Pis bir kız değildi ama banyodan sonra bile kokardı. O zamanlar her şey lay lay lom olduğu için bu durumdan bile espri çıkartıp “kokarca” adını takmıştık kızcağıza. Üstelik bu kokuya rağmen kokarca’nın sevgililerini sayamazdık. Biz kokusuz halimizle bulamazken acaba “işin sırrı nedir?” diye düşünür, saatlerce kafa patlatırdık. Uzatmayalım, birgün kız gitti bizim odadan. Eski  kokusuz günlerimiz geri geldi diye festival ilan etmiştik.

Yıllar geçti mezun olduk, ayrı ayrı yerlere savrulduk. Çalışmaya başladığım iş yerinde  farklı farklı kültürlerden insanlar vardı, değişik eğitim seviyeleri, değişik hayat görüşleri ve yaşam stilleri… “Fakir insan kokar” gibi bir genel  yargı vardır ya, işte bunu kırdım burada. Çünkü zenginlik – fakirlik gözetmeden temizlik içten gelen bir şeydi. Yine kokan insanlar vardı, yine yanlarında beş – on dakikalığına iş icabı kalınması gerekiyorsa nefesler tutuluyordu. Heyhat ! Bu insanlar evliydi ve ben bu kokusuz halimle bile birini HALA bulamamıştım!  Bir süre geçtikten sonra bu durum dedikoduya yol  açtı ve herkes o kişinin ardından “yuhh yaneaa” gibilerinden tepki de bulunmaya başladı. Bir türlü anlam veremiyordum yanlarındaki insanın nasıl bunu hissetmeyip uyaramayacağına…
Çok bahane bulmuşum , tanrı başıma verdi! Ter önleyicilerin göğüs kanserinin en etkili faktörü olduğunu okuyan ve buna inanan arkadaşım artık bunları kullanmayı bıraktığını açıkladı. Bense “nasılsa kanserden öleceğim, ha göğüs, ha akciğer, ha dalak… fark eder mi son geldikten sonra?” diye “atın ölümü arpadan olsun” felsefemi savundum. Kibarca uyardım olmadı, şakayla karışık söyledim yutmadı. İkna etmeye çalıştım, kızdı. Baktım ki artık bu onun tercihi, ben ne yapabilirdim ki? Ya tüm bağları koparacaktım, ya da seçimine saygı duyacaktım. İkinci şıkkı tercih etmeye çalışıyorum, burnumu tıkayarak!

Zurnanın Zırt Dediği

Eskiden bu durumun sadece bende olduğunu düşünüp üzülürdüm. Dürüstlüğü kendine timsal edinmiş bir aileye bunu yakıştıramazdım. Ayıp gelirdi bu durumdan dert yanmak bile… Ancak zamanla idrak ettim ki;  aslında çoğu kişi ailesinde aynı durumdan muzdarip – sadece ben değilmişim, ohh be- Bizi bize anlattığı için defalarca izlemekten sıkılmadığım Türk Filmlerinden Neşeli Günler’ de bile amca karakteri ile Şener Şen bu durumu doğrular.
Ya da “En Son Babalar Duyar”  dizisindeki damat… Bakmayın böyle gülen suratlara, trajikomik durumlardır bunlar… Atsan atılmaz, satsan satılmaz… Kovsan geri döner, laf söylesen içine batar… Neden mi bahsediyorum? Bazı ailede amca, bazı ailede dayı, bazı ailede damat, bazısında ise enişte olarak karşımıza çıkan “ailevi dolandırıcılar”dan tabii ! 

Benim ailemde bu karakter sevgili küçük dayım. Bakmayın “karakter” dediğime, lafın gelişi:) Kendisi bize aldığı herşeyin fiyatını iki katını çıkartarak geçinme biçimini benimsemiş birisi… (Buraya üç nokta koyuyorum ki, kibarlık edip söyleyemediklerimi siz doldurun diye) O ne diyorsa, otomatik olarak yarısını  algılayan bir beynim var artık.










Beslenme biçimi keza bu şekilde… Bulduğu zaman tıka basa doyuruyor karnını, ağzından lokma kırıntıları fırlıyor, dili içerde dönemeyecek kadar yanakları şişiyor. Sanki Somali’de açlık çekiyoruz!
Sadece alacak verecek hesabında değil, ilişkilerde de aynı durum geçerli. Anlattıklarının yarısı aslında yaşamadığı olaylar. Birlikte olduğu kişileri duysanız Mehmet Ali Erbil yanında hadım kalır.

Tüm bu saydıklarım normal zamanlarda tekerrür eden olaylar ya, zannetmeyin ki “olağanüstü hal” ilan edildiği durumlarda vicdanı devreye giriyor. Mesela, ölüm kalım meselesi var ya da ciddi sağlık sorunu var, hep aynı 2 kat olayı geçerli.                                              
Paranın sözkonusu olmayacağı durumlarda da sinir etme taktiği devrede.
Sanki ringde iki boksörüz ve hangimiz diğerini yıldırırsa… Kim önce havlu atarsa…
Eee insan haliyle yıpranıyor, isterseniz çözüm bulmaya çalışın – konuşun, değişmez ! Eğer sizin sabır taşınız çatlar da, okları ona çevirseniz, karşı-operasyon düzenleyerek bu gidişata bir “dur” demek isterseniz, nereden gelirse gelsin top, hep kalede olmak isterseniz, ister taca çıksın, ister faul yesin, banane, hep tetikte beklerseniz, kalbi –gelebilecek– en acı yalanlara karşı zırhlayıp aklınızı çevrimiçi tutarsanız bu sefer otomatikten anneniz ayılıp bayılmalara kalkar, araya girer ve bir güzel sizi azarlar.
Şimdi diyeceksiniz ki, annem hiç kazık yemedi mi? Evet bir milyon kez yedi. Ama yine yemeyi başarabilecek kadar kapasitesi müsait biri. Anlayacağınız dayımın, annem nezdindeki itibarı sarsılmaz. Hani olabilse sevgili annem, aile meclisinden “dayıma karşı gelmeme yasası” çıkartacak.
Yasaya karşı geldin mi, hemen para cezası ya da sinir harbiJ Temyiz hakkınız yok ! Eğer üvey evlat falan olsak tez kellemiz vurulabilirdi ya, allahtan başlarımızı omuzların üzerinde tutmayı başardık!
Diyeceksiniz ki bu adamın hiç mi iyiliği yok? Var elbet, çıkarcılıklarının arasında öyle iyilikleri var ki, başka birinden görseniz pek de önemsemeyeceğiniz bu tavrı ondan görünce “ölümü mü yakın acaba?” diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz…