Hakkımda

Uzun yıllardır yalnız birinin hikayeleridir bunlar. Kendinizden birşeyler bulmanızı dilerim.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Bohçayı Kapatamadım Ben O Adama Varamadım :)


Ülkemizdeki her kesimden insanın bir başkasını teselli etmek için yerli yersiz kullandığı bu sayede anlamını boşalttığı, aslında kendisinin de inanmadığı  “iyi düşün – iyi olsun”, “evrene pozitif enerji ver ki, sana geri gelsin” türünden yaklaşımlara neredeyse gıcık olma boyutundayım. Zira ne zaman iyi düşünsem kötü oluyor. Kötü düşünsem de iyisi… Belki zıtların birbirini çekimi benimkisi, belki dünyaya aykırı duruş belki de kötüye hazırlayıp savunma mekanizması geliştirmek.. Ne denilirse denilsin bu benim totemim !

Bunun böyle olduğunu fark etmeden önce ki son kazığımı, yani evrene son pozitif mesaj gönderip negatif cevap alışımı anlatıyorum ki, ben ettim siz etmeyin diye…  Yüksek yüksek tepelerden uçurumlara yuvarlanıp “burası neresi, ben kimim?” demeyin diye… Ve hayata kaldığınız yerden adapte olmakta zorluk çekmeyin diye !
Malumunuz bizim toplumumuzda ailelerin her şeyi abartması ve müdahil olması vardır.. Çoğu zaman kötü, arada sırada iyi sonuçlara yol açar bu durum.  İşte o iyi sonuçları henüz deneyimlememiş biri olarak hep kötüsüne denk gelen ben ve benim her şeye burnunu sokan annem …“Kötülüğünden mi?” tabii değil ama sonuçta benim kendime ait savunma mekanizmalarımı, erkeklerden yemiş olduğum kazıklar nedeniyle temkinli adımlarımı, aklı selim halimi bir kenara bıraktırıp her şeyi o başlattı aslında.  Pardon “büyüttü” demeliydim. Şöyle ki; ben henüz hayatıma girmeye çalışan erkeğe bir anlam yükleyememişken annem o adamı damadı olarak kabul etti, nişan – düğün hazırlıklarına başladı. Bir pazar günü avm – avm gezerken yaptığım harcamalar karşısında beni uyardı. “Bundan sonra dikkatli ol, yakında nişan yapacağız, paramızı oraya harcamamız lazım” dedi.  Kısa süreli şokun ardından “ne nişanı, ne bohçası, ne resmiyeti” demeye kalmadı “hissediyorum ben, olacak olacak” diye kati yargıya da vardı. Benim “o nereden çıktı, diyelim ki o aşamaya geldik ben nişanla, düğünle uğraşamam” açıklamalarımın ardından “aaa koca dullar gibi nişansız mı evlendireceğim seni” diyerek beni bir de suçlu çıkardı.  Olayın tamamen hangi limitlere gideceğini merak ettiğimden hayal gücünü o an için serbest bıraktığım annem olayı şöyle devam ettirdi :
“Önce kendi aramızda bir yemek yeriz. Kendi aramızda dediysem yine yakın akrabaların hepsi çağrılır. Davetlileri sonradan düşünecek ve kesinleştirecek olmakla birlikte asıl önemli olan dünürlere bohçayı nasıl yapalım? İlk mürüvvet olacağı için tamahlarını senden alacaklar. Bir yemeni, bir takım iç çamaşırı koymak şart. Kayınpedere de bir çift terlik koymak lazım. Eee iki tane de kardeş var. 250 TL olarak minimum bohça maliyeti desek etti mi sana 5 “çekirdek” bohça… Buna teyze, amca, anneanneyi de eklersek maliyet kabaca 8 kişi yapıyor. Damada kesin röpteşambır almak lazım. Onsuz olmaz ! Bir de traş takımı….”  diyerek kendi içerisinde olayı netleştirdi. 

Ben bu planlar karşısında ailelerin son aşamaya kadar bilmemesi gerekliliğinin bir kez daha farkına vardım. Hatta mümkünse hiç tanımadığım iki şahit ile bir nikah kıyılması gerekliydi amma velakin erkek ırkı dediğimiz yaratıkların insanlıktan en nasibini almamışları bana çattığı için bırakın nişan – düğünü, yemeğe bile çıkamadan birbirimize veda ettik. Annem mi? Annem “kokmuş kızım yok benim, ohh yol yakınken döndük, tanrının sevgili kuluymuşuz” diye yine başka alemlerden beni teselli etmeye çalışıyor:):)

14 Nisan 2012 Cumartesi

Sustur


Sosyal Güvenlik Kurumu İş ve İşçi Sağlığı Genel Müdürlüğü’nün Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi ile ortaklaşa yürüttüğü kısa adı “Ruh-Fiz-Çöz-Kav” olan “Haydi ! İşçilerin Ruh ve Fiziksel Sorunlarını Çözüme Kavuşturalım” Kampanyası çerçevesinde İstanbul pilot bölge seçildi. Tam da bu sırada kampanyadan haberi olmadan, tamamen tesadüf eseri olarak SGK’ya başvuran personel L.U. yetkililerin yönlendirmeleri ile “Ruh-Fiz-Çöz-Kav masası ile temasa geçti. Gelen şikayetleri değerlendiren “Ruh-Fiz-Çöz-Kav masası yetkilileri;  çıkardığı sesler, mırıldanmalar ve noktalama işaretsiz – birbiri ardına kurduğu cümleler, yüksek ses tonu ile şirket çalışanlarının ruh sağlığını bozan personel hakkında tahkikat başlattı. Tahkikatın ardından basın toplantısında yapılan açıklama ise şu şekilde : "Bazı işyerlerinde yaptığımız analizler neticesinde saptanılan %21'lik depresyon ve kişillik bozukluğunun normal oranlarda olduğu ancak konu şirketin normal bir işyerinde olması gereken değerin çok üstüne çıktığı vurgusu yapılarak şirket yetkililerine uyarı cezasının kesilmesine karar verdi.”

Depresyon vurgusu

“Ruh-Fiz-Çöz-Kav ceza raporunda, bahsi geçen personel tipinin toplum üzerinde yarattığı iç sıkıntısına özellikle dikkat çekildi. 

Sonuçta sözkonusu olan bir insanın sağlığı , “Allah muhafaza her türlü şey olabilir..." sözleriyle yaşanabilecek tehlikelere de işaret edildi. Yapılan analizlerde çarpıcı sonuçlar elde ettiklerini de dile getiren yetkili, laboratuvar verilerini basın mensuplarıyla paylaştı:

Herkese Kulak Kabartma...........%21
Boğukluk............%17
Melankoli.........%14
Dram..............%16
Dizi Müziği.......%26
Yüksek seste konuşma.......%45
Karşısındaki dinlememe ve sözünü kesme…..%75

Sonuçlardan da anlaşılacağı üzere toplumun ruh sağlığını ciddi derecede tehdit eden bu vaka  yüzünden insanların birbirine tahammülü kalmadığını iddia eden yetkililer personelin çalışabilmek için zor saatler geçirdiklerini kaydetti ve yaşananları şu sözlerle anlattı:
"İzlerken ve dinlerken hepimizin içi şişti açıkçası; herkes mutsuz, herkes yaralı, üzgün, kazık yemiş.. Tabii yönetmeliklerde sırf bu yüzden bir ceza vermeye yönelik bir madde yok ancak çok geçmeden baktık kurul üyelerinin hepsinin tavırları değişti. Hareketlerimiz donuklaştı, konuşmalarımız yavaşladı, içimizde bir stres topu birikti. Uzun uzun uzaklara bakar olduk ya da cinayet planları kurar olduk. Bu yine iyi kısmı; biraz daha dinlemeye devam edince kurulda herkes birbirinin kuyusunu kazmaya çalışıyor gibi geldi. Kurul sekreteri arkadaşımız tehlikeyi bazen kendi farkedip bazen gelen ihbarları değerlendirerek son bir gayretle kanal değiştirme çözümüne gitse de kalıcı bir sonuç elde edemediklerini üzülerek beyan etti... Kurum olarak çok büyük badire altındayız..."


Kararın kendilerine ulaşmasının ardından şaşkınlığını gizleyemeyen “zanlı”nın tepkisi ise giderek artan konuşması ve mırıldanmasıyla sürüyor. Şirket yönetiminin kesilen cezayı “zanlı”nın maaşından keseceğini açıklamasının üzerine şunları ekledi : kimlerin ve arkalarından iş çevirdiğini çok iyi biliyorum ancak buna mani olacak güçlerim de yok değil diyerek yine yeniden ve durmaksızın konuştu.

Dipnot1 : Her şirkette olan bu tiplere biraz olsun iğneyi kendilerine batırmaları ricası ile yazılmıştır.
Dipnot2 :  Zaytung haber sitesinden aşırı esinlenilmiştir.:)

13 Nisan 2012 Cuma

Fengshui - Olur Mu Dersin Gerçeği?


Beş ay kadar önce fengshui’ye ilgi duymaya başladım. Diyebilirsiniz ki, “günaydın”, “millet ne zamandır bunu konuştu, denedi ve hatta uyguladı, sen daha önceleri nerelerdeydin?” ama işte herkesin her şeyi deneyimlemesi aynı zamana tekabül etmiyor. Üstelik bazen yaşadıkların öyle bir zamanda gelip seni buluyor ki, bazıları dönerken sen henüz gitme aşamasında oluyorsun ya da tam tersi; “ben denedim” deyip bir heves anlatıyorsun…

Neyse… İnternette çeşitli sitelerden yaptığım araştırma neticesinde şimdilerde “kapı” ekolü olduğunu bildiğim uygulamaya girişivermiştim… Buna göre evin yaşam alanına giriş kapısına arkanı verip sağda kalan köşenin en üst noktasına evlilik ve ilişkiler köşesi deniyordu…  Solda kalan köşe ise zenginlik, kariyer köşesi idi. Bu köşelere uygun nesneler yerleştirildiği zaman ying ve yang seni kutsuyor, sana dilediğin şeyleri armağan ediyordu. Başta saçma geldi tabii ki ve kim inanır ama yine de bir ihtimal diye başladım… Hayattan maddi beklentim fazla yok, olanlar şu an beni idare ettiriyor ama sağ köşeden acayip beklentilerim vardı. Yedi senedir yaşadığım yalnız hayatın artık sonlanmasını ve arkadaşlarımın hatta kardeşimin bile beş yaşına gelen çocuklarının yanına kendi bebeklerimin konmasını diliyordum. O zaman sağ köşeye gelin-damat ve kalp figürlerinden oluşan nesneler eklemem gerekiyordu. Bunu tavsiye aldığım internet sitesi  “dikkat edin, biblodaki erkek gibi bir kocam oldu” demişti. Japon pazarlarında en ucuza satılan gelin-damat biblosundan aldım, buradaki erkeğin kocam olması ihtimalini ve oradaki sureti beğenip beğenmemeyi düşünecek ve seçecek ortam yoktu çünkü tek tip biblo vardı:) İçimden bu kadar da saçmalık olmaz, biblo bu yani insana benzer mi diye de dalga geçtim.


O günden sonra ben odaya her girişimde o bibloya bakıp “ying-yang bana gerçekten ruh ikizimi getirir misin?” diye dileklerde bulunurken bir gün canıma tak etti, belki de başka şeyler üst üste gelmişti - hatırlamıyorum, bir anda bundan daha salakça bir hareket olamayacağını ve buna bu kadar zaman bile inanarak kendi zeka seviyemden şüphe ettiğimi kendime itiraf ettim. (Hazır yeri gelmişken söyleyeyim yüksek lisans mezunu ve orta büyüklükte ve sektöründe lider bir şirkette ithalat – ihracat sorumlusuyum. Dine olan bağlılığım azınlıkta, bilime olan bağlılığım ve saygım sonsuzlukta yer almakta olup son derece modern bir kadınım ama biraz sarışınım:)-) O sinirle ve kendime ya da kadere olan o kızgınlıkla o bibloyu alıp çöpe attım.

Gel zaman git zaman ben bu olayı unutup normal hayatın koşuşturması içinde seyrederken hayatıma bir anda yeni biri girdi. Aslında okul yıllarını aşalı çok olmuş insanların hayatına birden bir insan girmez, hep yavaş yavaş olur bu girişler (istisnalar dışında) ama benimkisi öyle birden, “dan” diye oldu yani.. İlk başta korkup biraz yavaştan aldım, sonra ben de akışına bıraktım. Sonra bir gün tam da hayatıma giriş efekti gibi “dan” diye bitti.  Üstelik ben bitirdim…

Aradan yine biraz zaman geçti, bir gün kuaförde bir dergi karıştırırken fengshui ile ilgili bir yazıya rastladım ve ampul o anda bende yandı! Her şeyden önce hayatıma giren kişi tam da bibloda kullanılan karakterin aynıydı. Yüz hatlarından, sarışınlığından tutun şişmanlığına varana kadar her ayrıntının bu kadar benzemesi beni inanılmaz şaşırttı. İlişkinin sebepsiz yere birden bitmesi de… Kuaförden koşarak çıkmamak için kendimi zor tuttum, tesadüfün bu kadarı yani !!! 



Bu stili daha da ayrıntıları ile araştırarak bilgi sahibi oldum. İlk başta benimsediğim –kapı– ekolünün  aslında tam olarak gerçeği yansıtmadığını ve asıl “pusula” ekolünün önemli olduğunu öğrendim. Hemen bir pusula edinip evde ve işyerimde küçük – dışardan dikkat çekmeyecek ama benim fark edeceğim bazı nesneler yerleştirdim. Şimdi merakla bekliyorum acaba ilişkiler köşemdeki biblo sureti ne zaman karşıma çıkacak diye?

Dipnot  : Yeni gelin – damat biblomu alırken de seçme sansım yok denecek kadar azdı. Diğer biblodaki surete benzemesin diye başka bir bibloyu zorla seçmek zorunda kaldım. Tam da aşağıdakinin aynısı:)


 Tip fena değil, şişman da değil ama önemli olan ne şişmanlık – ne tip, önemli olan kişilik ! 

12 Nisan 2012 Perşembe

Bir Ankara Görücüsü -3-


Ertesi gün, daha ertesi gün, daha daha ertesi gün geçti… Ben yaşadıklarımı ölçüp tartıp biçerken ister istemez haklı olduğumu başkalarına da teyit ettirme gereği duyuyorum. Anlattığım tüm insanlar bu olayın tek bir gram bile abartısı olmadığı bilerek bana hak verdiler. Hatta hatta “kurtulmuşsun” diyenlerin sayısı da az değildi. Beyin ve kalp ayrı mekanizmalar olunca her ne kadar haklı olduğunu bilsen de, kalbin onu sevmeyi bırakmıyor. Görmeden sevgi de olmaz biliyorum ama ister “güvenli limana demir atma” deyin, ister “salaklık”, ister “ailenin referansı” deyin, ister “ hayattan bıkkınlık”... Ben bu adamı görmeden kabullenmişim. Hissettiğim her ne ise bana hissettirilen her ne ise şu an onun acısını fena halde çekiyorum ve içim sızım sızım sızlıyor!
Buraya en uygun şiir Ayşenur Yazıcı’dan…

Demişler ki kırık bir kol kadar
Acı salar aşk yarası
Benimki  kırık değil kardeşim
Resmen trafik kazası….

Ben trafik kazamı anlamaya ve yaralarımı sarmaya çalışırken tabii ki olaylar bıraktığım yerde durmuyordu.. . Aradan on – on beş gün geçtikten sonra bana mesaj attı. Zor bir dönemden geçtiğini, yardıma ihtiyacı olduğunu, benden anlayış beklediği, benim haklı olduğumu ancak kendisine bir şans vermem gerektiğini belirtti. Tüm bunlar iyiydi ama neden beni arama cesaretini bile gösteremiyordu? Neden? Bu kadar medeni cesaretten yoksun bir insanla nasıl olur da ömür geçerdi… Bu muydu erkek? Bu muydu sahiplenmek? Bu muydu cesaret? Bütün bunları ona söylediğimde konuşabilecek ortamda olmadığını ve buna mecbur olduğunu beyan etti. 35 yaşında bir adam ya, konuşacak ortamı yaratamıyorsan ben daha, kime, ne diyeyim? Boşa kürek çekiyordum ve çantada keklik misali hazırda görüldüğüm için uğruna emek sarfedilmeye bile değmiyordum…

Bu arada aileler işin içinde ya… Benim yazılı olmayan resmi :) açıklamamın ardından başta annem olmak üzere aile fertleri bir tutuştu. Zira onlar da bunun olabilirliğine inanmış ve çoktan nişan hazırlıklarına başlamışlardı… Annem, aracı teyze ile herhangi bir şekilde konuşma açmamasını kesinkes tembihlememe rağmen patladı! Benim olmadığım bir ortamda vuku bulan bu görüşmede teyze sanki bilmiyormuşçasına bir hava güdüp şaşırarak nedenini sormuş. Annem nedenini bilmediğini ama sonucun kesin olduğunu vurgulayarak “koskoca insanlar bunlar, yüzyüze görüşmeden  neyi nereye kadar devam ettirebilirler” diyerek hafif bir serzenişte bulunmuş…  Bunun üzerine aracı komşu teyze zaten kurtulduğunuz iyi oldu, oğlan anasının sözünden çıkamaz, kaynana da çok ters bir kadındır deyip yangına körüğü vermiş..  Annem bunları duymuş olmanın verdiği rahatlıkla “ohhh iyi ki kurtuldun kızım” diye bana bir nevi tesellide bulunurken benim aklım; birkaç ay öncesine kadar “çok iyi bir erkek evladı, her eve lazım” diyerek tanıtılan ve annesi için “ağzı var dili yok” denilen kadının nasıl olup da bu kadar kısa sürede yön değiştirmesi idi. Acaba yön değiştiren onlar mıydı yoksa benimle ilgili bir açmaz düşüp suçu kendi üstlerine alarak olayı kapatmak mı istiyorlardı? İşin içinde bir bit yeniği vardı ve heyhat, orada olmadığım için bunu asla çözemeyecektim!


Olayları suni gündemlerle devam ettirmek mümkünken ben kendi payıma düşen yalnızlıkla baş başa kalmayı seçtim… Neden olduğu önemli değildi, nasıl olduğu da… Önemli olan bana hediye edildiğine inandığım “bir çift kanat”ın kırılmasıydı… Kanadım kırıldı ve kaldım buralarda… Tüm hayallerim ve gitmek istediğim yer çok çok uzakta… Belki de hiç yok aslında !

11 Nisan 2012 Çarşamba

Bir Ankara Görücüsü -2-


Ankara’da yaşamadığım için henüz birbirimizi görme fırsatını yakalayamamıştık. Tüm temaslarımızı telefon, mail, facebook  gibi sanal zeminlerdeydi.  Havadan sudan sohbetlerin arasında ülke gündemindeki olaylara geldik ve bana tamamen zıt görüşü savunduğunu farkettim.  Üstelik olayın en acı tarafı;  neyi – neden savunduğunu açıklayacak bilgiye sahip olmayıp temelsiz bir tutum sergilemesi idi. Hayatta en gıcık olduğum insan tipi olmasına rağmen buna da “demokratiklik” adı altında tahammül ettim. Herkes aynı fikirde olacak değildi ya! “Neden savunduğunu da biliyordur da bana öyle gelmiştir” dedim.

Kitap okumaktan yana nasibini almamış, en son Cin Ali serisini bitirmiş bir insan olduğunu duyduğumda da “erkekler zaten kitap okumaz ki? Bakınız Ali Taran” (Ayşe Özyılmazel tarafından bir itiraf yazısını lütfen okuyun.)  deyip yine pembiş  gözlükleri çıkartmamakta direndim.


Kitabı, dünya görüşünü boşverip ilişkilerine geldim. Daha öncekiler neden bitmişti, ne aşamaya gelmişti vs.. İki nişan aşamasından ayrılmış birisi olunca benim pembiş gözlükler çatırdamaya başladı. İnsan ilişkileri bitirebilirdi ama nişanın bitmesi demek bir kız için yağmurlu havadan önceki gök gürültüsünün işaretiydi. Bu sesi bile duymadım, kulak tıkadım ya müstehak bana !

Gel zaman git zaman telefonda konuşabileceklerimiz giderek azalmaya başladı. Ben yavaş yavaş görüşmek için istekli olduğumu dile getirdim. Böyle konuş konuş nereye kadar değil mi ama? Çalıştığımız için mecburen hafta sonu olacak bu görüşme; sanki Ankara, Yeni Zelanda meridyenlerinde konumlandırılmışçasına uzadı. Artık telefon konuşmalarımız her hafta sonu için plan yapmakla geçiyordu. Planları hazır edip günü cumaya bağladığımızda aksilik bu ya, bir sebep yüzünden işler tersine dönüveriyordu. Beş hafta boyunca bunu da yedim ! (Kendime burada terbiye sınırları içerisinde bir yorum bile yapamıyorum!) Bekledim, bekledim, kızdım, küstüm, anladım, sustum… Olmadı! 

En son telefon konuşmalarımızda artık iyice samimi olmanın verdiği güvenle seks yapmaya bile başlamıştık. Hatta bu durum buraya geldiğinde otel odasında beraber kalma teklifine kadar gitti ve ben de ister istemez reddettim. 
Ola ki ben bu adamı beğenmedim ne oteli, ne odası değil mi ya? Israrlara varan teklifleri beni korkutmaya başladı. “Acaba seksomanyak mıdır nedir?” diye düşünmekten kendimi alamadım yaniii.. Açık açık “yapma, kibar ol, korkuyorum” dediysem de bir değişme görmedim ve en son ona bu konuda “evet” demediğim için o haftaki gelişini de iptal etmesinin ardından bende kayış koptu ! Bir kavga ve bir gürültünün ardından olaya noktayı koydum. Koyarken kendime bile inanamayarak… Hala içimde bir ses “yok, gelecek, bu kadarını kaybetmeyi göze alamaz” diyordu.. 

Eğer alırsa ben alamam diye korkup ona geri dönüşlerimi engellemek için telefon numarasını, face kaydını, mail adresini herşeyini sildim. Ben bu kadar süredir yapabileceklerimin limitini zorlarken karşı tarafın bir seksomanyaklık ve cimrilik sınırında dolaşan cahil – cühela olmasına geç de olsa ayıktım ! “Bir insan sadece sevişmek için o kadar yoldan gelir mi ya ? Ya da sevişmeyeceğini duyunca "o kadar masrafa da girmeyeyim bari.." der mi? Git yanı başındakilerle seviş ama değil mi? Bir de arada aileler var yaani, ben potansiyel hayat kadını mıyım canım?” yorumlarının arasında gece uyumaya çalışırken hala aklımda bencillik ediyor muyum diye kendimi suçlama da yok değildi. Belki başka bir sebebi vardı bana açıklayamadığı ve ben herşeyi şımarıkça berbat ediyordum kendi isteklerim doğrultusunda… Neyse gün ola harman ola, hele bir uyuyup uyanalım deyip olayı sakin kafayla düşünüp sevdiklerimle beraber analiz etmek üzerine geleceğe erteledim.
Devamı yarın….

10 Nisan 2012 Salı

Bir Ankara Görücüsü -1-

30’lu yaşlara gelmiş her bekar kızın başına en az bir kere gelebileceği türden bir görücü usulü tanıştırılma vakası, kısa bir süre öncesinde bende de vuku buldu. Gerçekten böyle tanışmalardan sağlıklı evlilikler, sağlıklı ilişkiler çıkabileceğini düşünmemekle ve bugüne kadar gelmiş teklifleri savma başarısını göstermekle birlikte komşu teyzelerin “bu sefer sende bir sorun var , lezbiyen misin?” türünden sorunlarından kurtulmak için işi kendim halletmeye karar verdim.  

(Bu arada lezbiyen değilim, hala – ısrarla – bu kadar acıya rağmen nasıl olduğunu bilemeyerek erkekleri  tercih ediyorum:)) Nasılsa birkaç yazışma sonra cevap vermem ya da en fazla telefonunu meşgule atarım ve başımdan savarım diye düşündüğüm bu kişi yavaş yavaş frekansıma yaklaştı.
İlk başta saf ve salak boyutunda olduğunu düşündüğüm bu “er” nesline karşı gardımı sıkı almıştım ve her yönden gelecek saldırılara hazırlıklıydım fakat sonra sonra koruma kalkanlarımı indirdim ve “yok ya bu yapmaz” demeye getirdim. (Kişisel not : erkeklerin aynı olmadığını düşünmekle hata burada başlıyor !)
Yazışmalar gitgide mesajlara döndü, 15 yaşında bebeklerin yaşadığı türden “günaydın”,” iyi geceler”, “yemek yiyorum”, “işe gidiyorum” şeklinde zırt pırt her  durumu  haber  vermeler  beni  içten içe mutlu mu ediyordu ne? Oysa bugüne kadar bu şekilde olan vıcık vıcıklıklara hep “ıyyy” olarak bakmış olan ben bunu nasıl olur da kendimde masumlaştırırdım? (Kişisel not : hata burada yavaş yavaş yol alıyor…)
Maildi, mesajdı derken yetinmek bilmeyen kadın ırkı  temsilcisi ben, baskı ve şiddet ile cesaretten yoksun “er” neslini kendini aratmaya mecbur etti ve ilk konuşmada “ses tonu etkilenmesi” denilen olayın tamamen romantik komedilerde olduğunu deneyimledi. Genizden, lehçeli bir konuşma ve ne diyeceğini bilememenin verdiği salaklıkla aynı soruları beş defa tekrarlamasının ardından telefonu sağsalim  kapatma becerisini gösterdik. (Kişisel not : daha o zaman bunun olurunun olmadığını anlamıştım ama insanları ses tonuna göre değerlendirmemek lazım deyip kendimi avuttum. Bir de evet, aynı soruyu beş defa tekrarlamış olabilirdi ama nerde benim pembe gözlüklerim?)
Devamı yarın…

6 Nisan 2012 Cuma

Fabrika Ayarları

Koşarcasına kaçıyordum evden… İleriye doğru atılan her adım beni özgürleştiriyordu… Bu kadar zor muydu acaba bir insanın kendisi olabilmesi? Yapma, etme, gitme’lerin ardından vicdan sızlatan sözler  ve en sonunda yükselen sesler… Tüm bunların arasından seni ve beni seçerek geride kalanlara kapıyı örttüm… Dedim ki : Eğer ben de bir gün bunları yaşatacaksam çocuğuma allahım nolur bana çocuk vermeeee ! Tanrı sanırım birtek o gün duydu:) ne bir çocuk, ne de çocuğu yapabilecek bir adam bahşetti:)Tanrım fabrika ayarlarıma dönme imkanım yok mu?

5 Nisan 2012 Perşembe

Kaybolanların Kaybettikleri

Ben bir kere daha çuvallayarak ümidimin son kırıntılarını da kaybettim.
Artık gerçekten “çok geç kalınmış bir vaka”yım ben bile kabul ettim!
Bu kadar insanın terkinden sonra bende ters birşeyler olmalı değil mi? 
Gören - görmeyen, duyan – duymayan, bilen – bilmeyen.. hepsi benden uzak… 
Sanırım yangında ilk kurtarılacak levhaları gibi boynuma bir levha asılmalı : görünce ilk kaçılacak:)  
Keşke elimde insanları bir arada tutmak gibi bir yetenek olsaydı.. 
Sanırım bir tek dağıtmasını biliyorum ben… Bir de kaybetmesini … 
Hayatı, aşkı, elindekileri… 

Faili Meçhul Sualler

Zaman aşkları tüketmekte ne kadar acımasız… Ya da aslında aşklar mı zamana yenik?
İnsanlar mı aşkın içini boşalttı yoksa içi boş şeylerden mi aşk yapmaya alıştı?
Bencillik mi tüm soruların sebebi yoksa fedakarlığın daniskası mı ?
Hayatın anlamı var mı gerçekten yoksa anlamsızlığın tam da ortasında saçmalamakta mıyız?