Hakkımda

Uzun yıllardır yalnız birinin hikayeleridir bunlar. Kendinizden birşeyler bulmanızı dilerim.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Silivri'ye Mektuplar -17-


                                                                                                                                                                                                                            
                                                                                                                                            18/11/12
Yüreğimin yüreğine değdiğine inandığım çok kıymetli Balbay’ıma;
Bu mektup; onuncu mektubum ve aynı zamanda teşekkür mektubumdur…
Son kitabınız “O mektubu Yazan Bendim”i nasıl merakla beklediğimi anlatmıştım size geçen defa. O mektubumu gönderdikten 1-2 saat sonra kargo geldi, hemencecik açtım paketi ve “içinde ben var mıyım?” diye gelişi güzel baktım sayfalara. Kendimce 2011-2012 başlığı altında olabileceğini düşündüğüm yerde göremeyince üzüldüm açıkçası ve dedim ki, madem Mustafa Ağabey kitaba beni almamış, aldıklarına bakalım benden fazla ne yazmışlar ki kitaba girebilmişler? Ben de bunda sonra onlar gibi yazayım… Öğle yemeği arası geldi, hemen kitabı alıp otoparka indim ve cılız tavan lambası altında kitabı okumaya başladım. Açılış mektubu gözlerimi yaşartmaktan öte beni sızım sızım ağlatan bir mektuptu. Dedim, “gülen sen bu kadar içten yazamamışsın, kabul et”. Sonra sayfaların devamı geldi, öğle arası bitti, akşam oldu eve geldim. Televizyonu açmadım, oturdum kitabın başına bir an önce sizden daha fazla haber alayım diye. Sayfaları çevirdim, çevirdim, okudum okudum, bir çay demledim, çayı içerken okuduklarım bana bir yerden tanıdık geldi. “Aaa, herhalde çay koyarken sayfaları karıştırdım, aynı sayfayı tekrar okuyorum” dedim, kontrol ettim, yoo sayfa doğru, bir de baktım benim mektubummmm! O mektubu yazan bendim! Ellerim titredi, gözlerimden yaşlar geldi, kalbim küt küt atmaya başladı. Sanki siz koskoca bir konferans salonundasınız, salon Balbay - Balbay diye inliyor ve o sırada ben kürsüdeyim sizi anons edeceğim, aynen öyle bir heyecan.. Dizlerimin bağı bile çözüldü… Kalkamadım yerimden. Ama hemen toparladım kendimi ve bu mutluluğu paylaşabileceğim ilk kişi olan annemi aradım. Saat gece 23:00 ve annem çoktan uyku boyutuna geçmiş. Uzun uzun çaldırdım telefonu, açtı, “kızım iyi misin bu saatte?” dedi. “Anneeee, kitapta ben de varım” dedim. “Yaaa, ödümü kopardın ama, çok tebrik ederim, oku bakayım azıcık ne yazmıştın” dedi. “Olmazzz, sen okuyup bulacaksın hangisi benim olabilir diye, öyle kolaya kaçmak yok” dedim.
Mektubumun gençler kısmında yer almasına gelince… Nasıl gurur duydum beni genç görmenize nasıl… Ben bile kendimden ümidi kesmiştim genç olarak. Nedenine gelince (…) 2008 yılında babamı kanserden kaybettikten sonra nüfustaki yaşın önemi olmaksızın kendimi ihtiyar ilan ettim. Bizi bu kadar fırtınalardan koruyan “kahraman” babamı tam “herşeyi yoluna koyduk, rahata erdik” dediğimiz zamanlara taşıyamadık ya, nasıl bir sızıdır bu tahmin bile edemezsiniz. İşte tüm bunlardan dolayı kendimden, gelecekten, mutluluktan, bu ülkeden ümidi kestim derken siz beni “genç” saymışsınız ya, ben kaybettiğim bu kadar yaşam sevincine rağmen size içtenliğimi, heyecanımı, bana verilen ismin anlamını yansıtabilmişim ya, gerçekten sevindim… Hani demiş ya Mahzar Alanson: Benim hala umudum var,  isyan etsem de istediğim kadar… Güzel günler bizi bekler, “eyvallah” dersin olur, biter…
İştee böylee kıymetli ağabeyim. Bu kadar hayat hikayesi ve ömür detayından sonra bence aramızdaki bağı bir düğüm daha sıkılaştırdık. Müsaadenizle bunu bir de resimle ölümsüzleştirelim istedim. Ama çözünürlük berbat. Gerçekten yanyana olacağımız zamanlara kadar bu resimle idare edebiliriz diye düşündüm.
Son olarak, kitapla ilgili yorumum şu ki; dert babası olmuşsunuz. Derdi olan size gelmiş, derdi “siz” olan gelmiş… Bu sevgi artsın eksilmesin, herkes sizi en az ben kadar sevsin !
Veee onuncu mektubu bitirirken gelelim kelimelerin beynimde düğümlendiği en zor kısma. Bana -yukarıda- ifade etmekte zorlandığım duyguları yaşatan, hiç görmediğim ama hiç ayrılmamışçasına yanında olduğumu hissettiğim size, teşekkürüme… Kitabınızda bana da bir yer verdiğiniz için… Size yapılanları bize yapılmış kabul edip “yanınızdayız” dediğimizde uzattığımız eli boşta bırakmayıp kendinize çektiğiniz için… Kazandırdıklarınız, koruduklarınız, satmadıklarınız için… Size yolladığım Rudyard Kipling’e ait “Adam Olmak” şiirinde tarif edildiği üzere “adam nasıl olunur?” gösterdiğiniz için… Bir kere bile olsa şüphe duymamıza neden bırakmayacak kadar “temiz” olduğunuz için…
Şükranlarımı sunarım, hayat size hep ama hep gülen yüzüyle baksın…

15 Kasım 2012 Perşembe

Silivri'ye Mektuplar -16-


                                                                                                                         İzmir, 15/11/2012

Balbay'a...

Çok çok uzun zamanlardır yazamadım size.  Bu “uzuuun zamanlar” içerisinde aslında sizin bana yazmanızı bekledim. Sizden gelen o ilk ve tek mektubu aldığım zamanki sevincimi düşündükçe anlatamam hayatımın ne kadar hafiflediğini… Yüreğimin nasıl yüreğinize değdiğini… Hayatıma nasıl yön verdiğinizi… İstedim ki bu sevinçler bir iken iki olsun, iki iken üç olsun, hep daha fazla temas kurayım sizinle, daha çok haber alabileyim. İlk zamanlar koşarak gidiyordum eve, acaba kapıda zarf bulur muyum diye… Hani çok güvendiğiniz bir sınavın sonucu final listelerinde aramak vardır ya üniversitede… Aynen öyle. Sonraları gitgide azaldı heyecanım, umutsuzluğa dönüştü. Sonraları da küskünlüğe.. Size komik ve saçma gelecek ama evet küstüm size:)  “Şimdi noldu da peki, barıştın benimle?” diye soracak olursanız, hemen onu da anlatayım:) En çok size yazmakla birlikte Tuncay Özkan, Soner Yalçın’a da mektuplar gönderdim. Hem de birçok kez.. İstedim ki onlardan da bir cevap alayım, değişik kişilere dokunayım, nasıl onlar benim hayatıma dokundularsa yazıları ile ben de bu karanlığın içerisinde “ben buradayım” diyebileyim. Ama ilginçtir ki, hiçbirinden yanıt gelmedi. Sonra anladım ki, asıl olan yanıt vermemek. Tabii onlar da haklı, bütün gün kitaplar, savunmalar, aile – sevgili özlemleri arasında her gelen mektuba yanıt verilmez ama ne bileyim siz bana yanıt verdiniz ya, demek ki verilebilirmiş diye düşünmüşüm. Daha önceki mektuplarımda ben “iklimimin insanı” yazmıştım size, kuru kuruya söylenmiş bir kelime değildi o…  Gerçekten “aynı” olduğumuzu ilk ve tek mektubunuzla bir kez daha idrak ettim. İşte bu kanıta tutunarak yargılamamın da sonucuna geldim. Dedim ki kendime: Zaten sen onu diğerlerinden daha çok seviyor musun, evet seviyorsun, daha çok inanıyor musun, evet inanıyorsun, o da bunu cevap vererek kanıtladı mı, kanıtladı.. Eee o zaman iddia makamının başka söyleyecek sözü yoksa yaz kızım, “karar” dedim :
“ Sanık Mustafa Balbay’ın zaten adaletsiz bir adaletin içerisinde yıllardır verdiği çaba göz önüne alınarak, gönüllerde  aklanmasına ve bu küskünlüğün tamamlanmasına ayrıca gönül muhakemeleri kanununun ilgili maddesinin bilmem kaçıncı bendi gereğince sanığın serbest kalmasına karar verilmiştir.” :):) O an hafifledim. Dedim ki “inşallah gerçek olur bu, ben başlattım allahım sen devam ettir, nihayetine erdir.”
Tam da bu olayların arasında odatv’de yeni kitabınızın haberini almaz mıyım? Kitabın mektuplarla ilgili olduğunu öğrendiğim de küllenmiş olan heyecanım yeniden tavan yaptı. Acaba dedim, benimki de var mıdır içlerinde? O bahsettiğim final listesinde kendi notunu aramak heyecanı yeniden düştü yüreğime.. 13 Kasım’ı iple çektim. Baktım ki İzmir’e gelmemiş, hemen internetten sipariş verdim, inanmazsınız, 2 saatte bir internetten siparişimin durumuna bakıyorum. Bugün 15 Kasım ve kitap kargoya verildi. Elime geçeceği zamanı iple çekiyorum. Bana kalırsa ben yokumdur o şanslı azınlık mektup seçmeleri arasında, ama yine de bir merak işte… Anneme sordum, “sence ben var mıyımdır?” diye..  Kısa ve öz konuştuJ “5 ya da 6 mektup yazdın/30.000 az bir şans, ümitlenme” dedi.
Bu size bu heyecanlı ruh halimle yazdığım barışık mektubum. Bu kadar barışık ve sevgi dolu mektubu çalıştığım iş yerinin otoparkında, kapkaranlık ve sessiz bir ortamda yazıyorum. Öğle yemeğimden çaldığım bir zamanda, aracın içini aydınlatan cılız bir tavan lambası altında.. Kağıdımın altında, yazdıklarıma destek olsun diye, Uğur Mumcu’nun okumakta olduğum Liberal Çiftlik kitabı… (Yazım çok çirkin olduğu için sonra burada yazdıklarımı bilgisayarda temize geçiyorum) Vee eğer ki bu kadar merakla beklediğim kitabınızda beni bulamazsam her an yine küsebilirim diye kendimden de korkuyorum, acil ilgi bekliyorum:)
Bu arada anneniz ve babanızla yapılan röportajı da okudum gazetede. Nasıl ağladığımı anlatamam, ciğerim yanıyor… Size ve onlara bunlar yapıldıkça kendime Başbakan’ın dediği gibi “kinini unutma” diyorum. Tabii hicven söylüyorum bunu, yoksa böyle hissetmem mümkün değil.
Mektubumu bu kez bir şarkı ile bitiriyorum. Belki dinlemişsinizdir daha önceleri..  Candan Erçetin…
İşte ben böyle bir hal içindeyim…
Aslında derin keder içindeyim…
Bazen bilmeyerek ne yaptığımı
İyi – kötü – güzel – çirkin her biçimdeyim.
Bazen isyan edip yaşananlara, düzene karşı ince bir sitem içindeyim…

28 Eylül 2012 Cuma

Can Arkadaş


Israrkar bir satış temsilcisi…
Ona redden sonra verilmek zorunda olan bir evet…
Çıkagelen bir kampüs arkadaşı…
Tanıyamama ve onun seni hatırlaması…
Can ciğer gibi konuşma tarzı ama aslında yaydıra yaydıra laubalileşme…
Giderek artan gıcık olma durumu…
Yine ısrarlı bir tarz, buluşma isteği…
Davet edilme, davet edilmek istenmeyenlerin zorla davet edilmesi…
Telefon isteme, telefonu vermeme…
Geç kalma, mesajla haber verme, oyalanma…
O arada onun beklemeyip gitmesi…
Göt gibi ortada kaldığını düşündüğün sırada diğer arkadaşın gelip sana sarılması…
Şaşırması, anlam verememe…
Sonra da amaaaaan be deyip leman kültürde caz grubu dinleme…
Ardından saatlerce süren hayat ve felsefe sohbeti
Saatin nasıl geçtiğini anlamama ve artık gitmek zorunda olduğuna üzülme…
Gerçek arkadaş bu işte… ibocuğum…daima yüzü gülen canım arkadaşıma…

*****50 yaş*****


50 yaşında bir adam arıyorum

Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş

Her şeyi istemiş

Şimdi artık ne istediğini bilen


50 yaşında bir adam arıyorum

Her borca girmiş, her borcu ödemiş

Sonra yeterince para edinmiş

Ama paradan gözleri kamaşmamış


50 yaşında bir adam arıyorum

Yaşamış

Her tütünü içmiş

Her içkiyi devirmiş

Yeteri kadar kadın tanımış

Ve

Artık başkalarını aramayan


50 yaşında bir adam arıyorum

Veremeyeceklerinin farkına varmış

Geçmişi geleceğinden fazlalaşmış

Ama ancak şimdi yaşamaya başlamış


50 yaşında bir adam arıyorum

Kendini en kötüye hazırlamış

Zamanın neleri iyileştirmeyeceğini öğrenmiş

Çok cenazeler kaldırmış


50 yaşında bir adam arıyorum

Gerçeklerle yüzleşebilen

Yalan söylememe cesaretini edinmiş

Hislerinden kaçmamayı öğrenmiş


50 yaşında bir adam arıyorum

Kendini artık ciddiye almayan

Yüzünde kırışıklıkları olan

Beni sükûnetle seven

Ve benim için elinden gelecek her şeyi iyi yapan

50 yaşında bir adam arıyorum...


Yalan Dünya


Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın
Ben de gülemedim yalan dünyada

Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada

Ah yalan dünyada,yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boş yere kandım
Rengi gözümde solan dünyada

Bilirim sevdiğim kusurun yoktu
Sana karşı benim hayalim çoktu
Felek bulut oldu üstüme yağdı
Yaşları gözüme dolan dünyada

Ne yemek, ne içmek, ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada...


26 Eylül 2012 Çarşamba

Babamın Neşet Ertaşla buluşması


Bugün Neşet Ertaş’ın toprağa verildiği gün…
Gazetelerde onunla ilgili bir sürü yazı…
Yazıya gerek yok, onu bana tanıtan babam var aslanlar gibi…
Şu anda Neşet Ertaş’la aynı dünyada olduğuna, onu karşıladığına inandığım…
Ben bu dünyadan size türkülerle eşlik ediyorum tüm kalbimle….

“Usandın bu canımdan amman aman” diye diye arkanızdan özlemlerime gözyaşlarımı ekliyorum…
Hatıralarımı bir bir çıkarıp zihnimden bağlamanın telleriyle yad ediyorum.
Kadehimi  babamın şerefine vuruyorum diğer bardağın “çın” sesine…  yalnızlığıma, babama, neşet ustaya, ölümlere, türkülere, terkedenlere, sevmeyenlere, sevenlere, uzak kardeşlere, taraflı annelere, yalnız – yapayalnız yıkılan hayallere, “yalan dünyalara” içiyorum…

Fincanın etrafı şu an yeşil…  Babam kulaklarımda, gözlerimde, sazın tellerine vuruyor didimde…
Üzerinde yeşil bir kolsuz t-shirt…damarları şişe şişe "at kolun kolların boynumdan aşır" diyor…
Arayı titreterek çalıyor o güzelim küçücük elleriyle, öptüğüm kurban olduğum elleriyle… sonra bana bakıp “şimdi” diyor. Ben giriyorum türküye: 

fincanın etrafı sarı ağlarım sızlarım ben zarı zarı…

Rakının verdiği cesaretle babamın doldurmuş olduğu kasedi arıyorum yarım saattir ama yok.  Kaç senedir onu dinleyebilecek cesaret arıyordum, bir şişe rakının ardından geldi cesaret ana bu sefer kaset yok. Sanırım arabada bıraktım.

Yine ondan bir hatıra.. Bu toprağın sesleri Devrim Kaya…. "Bana gelsen ölür müydün acından"…
Yeşil ördek gibi dalım göllere, sen düşürdün beni dilden dillere..
35lik bitmek üzere…. O güzel dudaklarını büküp “ne sen beni unut ne de ben seni diyor” türküde babam….
Adaletin bu mu dünya..
Ne mal verdin ne yar verdin dünya..
İyileri öldüren dünya…

Silivri'ye Mektuplar -15-


                                                                                                                                                     24/9/12

Soner Yalçın'a...

Barışların tahliyesine nasıl sevindik ama size nasıl üzüldük. Odatv başlık atmış “kaptanımızı bekliyoruz” diye…. Ağladım o haberi okurken. Savunmanızı okurken. Nasıl bir güzelliktir, nasıl okunmaya değerdir bilemezsiniz. Özellikle Hitler’le ilgili benzetmeniz… “Ahlak nedir?”  tanımlamanız…

Siz hapislere atılacak değil önünde ceket iliklenip saygıyla eğilinecek insansınız. Tüm dualarım kalbim Kasım’a ertelendi, sizinle ! Önemli olan gökyüzünü satın almak değil, güce – iktidara – paraya ruhunuzu satmamaktır. Ne mutlu ki ülkeme hala sizin gibiler savaş veriyor. Direnişin abidesisiniz.

Nolur dayanın!

Kalbim – düşüncelerim sizindir.

Silivri'ye Mektuplar -14-


                                                                                                                                                     24/9/12
Tuncay Özkan’a…

Bir önceki mektubumda bir sürü soru sordum size. Daha öncekilerde de.. Sanırım cevap vermeyeceksiniz. Yok sayılmak kötü aslında:(

16 duruşma men cezanıza üzüldüğümü bilmeniz için yazdım. 
Barışların tahliyesinin ardından onlara sevinirken sizlere üzüldüğümüzü bilmeniz için yazdım. Sebepsiz yere yazdım işte… 

Silivri'ye Mektuplar -13-


                                                                                                                                                24/9/12
Mustafa Balbay'a...

Önemli olan gökyüzünü satın almak değil, ruhunuzu hiçbir şeye (güce, paraya, iktidara vs…) satmamaktır ! 16 değil, 116 duruşma men cezası verilse, haberleriniz gelmese, dünya sizi unutsa bile ben beklemeye devam edeceğim.

Düşüncelerimdesiniz..

Sarı sonbaharın kucakladığı İzmirden sevgiler

21 Eylül 2012 Cuma

1981 - 2012


Bugün ülkemde Atatürk büstlerinden biri daha yıkıldı.
Bugün ülkemde emekli veya muvazzaf subaylar, ordu komutanları Balyoz kapsamında 20’şer yıl hapse mahkum edildi.
Bugün ülkemde milletvekilim suçunu bilmeden 4 sene bilmem kaç gündür hapiste.
Bugün ülkemde bilmem kaçıncı şehit cenazesi “sabrımız taştı” denilerek toprağa verildi.
Bugün şehrimde havalar sonbaharı anımsattı.
Bugün şehrimde yine trafik keşmekeşi ile bilmem kaçıncı defa aynı yollar…
Bugün evimde yine yapayalnız biri var.
Bugün evimde 31. Yaşının eşiğinde artık yaşamaktan ümidini kesmiş bir ben var.
Bugün içimde “tercih” edilmemekten yorulmuş biri var.
Bugün içimde son 10 senesini umut ederek geçirmiş birinin artık gelecekten ve beraberlikten ümidini kestirttiği bir kırgın var.
Bugün içimde “önümüzdeki yıllarda her şey güzel olacak” diye hayal kuran birinin “kapatılmış” bir defteri var.
Bugün içimde “bu” seneleri bırakmış birinin değil son 5 sene, son 10 ve son 20 senelerini toprağa gömmesinin matemi var.
Bugün aklımda herkes gibi sıradan bir hayat, sıradan bir eş, sıradan bir pazar kahvaltısı yapabilmenin aslında hiç de “sıradan” olmadığına dair bir iz var.
Bugün aklımdaki bu yalnızlık izini, kalbimdeki umut matemine denkleyip  şehrimdeki  keşmekeş ile ülkemdeki kaosa gömüyorum.  Vücudumun üzerinde olduğu köprüleri de  yakıp cesedim üzerine hak etmediklerim için göz yaşlarımdan bir çiçek bırakıyorum.
1981 – 2012 

16 Eylül 2012 Pazar

Kış Güneşi

İstersen kendin olmayı bırak, baştan aşağıya "o" ol, yetmiyor. Üstelik seni sen olduğun için seven birini bulman önemli. Son örnek beni fazlaca değiştirdi yalan değil Ahmet'in gerçekten son olduğuna inanmışım. Yeniden başa dönmek zor geldi. Sil baştan yaşamamak için elimden ne geliyorsa yaptım, yeter ki bu sefer sonu mutlu bitsin !  Ne oldu bu bile yetmedi. Yetmez ! Osuracak göre arpa ekmeği bahane çünkü...
Bazen sadece yanlış zaman, bazense yanlış insan...

Tarkan - Yıldız Tilbe'nin yıllar önce söylediği gibi : 

Yürekli olmadan 
Meydan okumadan
Yaşanmaz aşk...
Yanlış zaman, yanlış insan...
Tutunmak imkansız bıktım yamalı sevdalardan
Yanlış bahar, kış güneşi, yoruldum her bulduğumda kaybetmekten seni
Kıyamete kadar kapattım kalbimi.

Ben şarkıdaki gibi kapattım kalbimi de demiyorum. Zira hayat "büyük" sözleri sevmiyor. Aşk güzel şey çünkü...
Yine aşık olurum, yine deli divane ama bunun sonucu önemli olan, diğerlerinden farklı kılacak olan...
Hayatımda birinin olmayacağına da, en az olacağına kadar inanıyorum.Her yol diğeri kadar olası !

Türkü yine o türkü, bir sazlarda tel değişti.
Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti...

Tıpkı bu dizedeki gibi, bendeki kalp yine aynı kalp, aşk yine aynı aşk, sevebilme potansiyeli yine aynı şiddetinde olursa bir değişik hayatıma giren kişi olacak... 

12 Eylül 2012 Çarşamba

12 Eylül'de Kezban ile Recep İvedik


Ayşe Arman’ın 08/9/12 tarihli “eyvah 30 yaş üstü kadınlarda evlilik histerisi var” yazısına cevaben :

Ben yüksek lisans mezunu, orta ölçekli bir şirkette önemli bir pozisyonda (arkasında birilerinin torpili olmadan) çalışan, en demokrat şehir İzmir’de uzun sürelerdir yalnız yaşayan bir kadınım. Bekarım! Başlattığınız bu tartışmayı ilk duyduğumda şöyle tepki vermiştim: Bizi bize anlatacak, objektif bir gözle bakacak, hatalarımıza ayna tutacak bir durum, aman ne güzel. Ama erkeklerin tepkilerini ve düşüncelerini okuyunca açıkçası aldandığımı fark ettim. Sonuç tam bir fiyasko olmuş ! Bunun size gelen cevapların geneliyle mi yoksa sizin yanlış örneklemeleri seçmenizle mi ilgili olduğunu bilmiyorum ama sanırım tablo budur ki siz de bunları örnek vermişsinizdir.

Öncelikle kürtaj, kadın cinayetleri, cinsel istismarlar vs… hepsi son dönemde kadının Türk toplumundaki eşitlik çabasının nasıl geri plana itilmeye ÖZENLE çalışıldığının göstergesi. Bu bağlamda ister iş adamı, ister sıradan bir çalışan, ister öğrenci olsun, çoğu erkeğin de (buna röportaj konusu erkekler dahil) ne yazık ki sağlıklı ve duyarlı bir bakış açısı yok, üstüne üstlük kendi hegemonyalarını  ispatlamak için bir fırsat olarak görmüşler sizin alanınızı. Çok kızgınım. Ne demek 30 yaş üstü her kadın evlilik meraklısı, ne demek kadına biraz para – biraz tip biraz da vaat ver, hemen inanır… Bunlar ne kadar banal şeyler. Üstüne üstlük bunları bir de kendilerini “eğitimli” sayan kesim söylüyor. (Kadınlar için “genelleme” yapıyor) Dostoyovski’den bahsediyorlar! Hangi kitapta insanı aşağılamak yazıyor ben bunu bilemedim. Sen o kitabı okuduysan kendine okudun. Ve eğer birazcık ders çıkartabilmiş olsaydın böyle davranmak yerine olaya daha derinlemesine bakardın. İnan bana eleştirdiğin (üniversiteyi bile etiket için bitiriyorlar dediğin) kadınlardan bir farkın yok bilmeni isterim, çünkü sen de “bak ben ne kadar kültürlüyüm” demek için bitirmişsin o kitabı ! (sözüm erkeklere tabi size değil:))

Diğer yandan, röportajınızda bahsi geçen kitapları okudum, ayda da ortalama olarak 3-4 kitap bitiririm. Ama bunları başkasına ne hava atmak için, ne de daha iyi “koca” bulmak için yaptım, yapıyorum. Hiçbir arkadaşım da bunun için yapmıyor, yapmaz da. Yapanlar mutlaka ki vardır ama onlar da genele yayılamaz. Benim de hayatımdaki erkeklerin hiçbiri kitap okumayı seven, bir opera - baleyi geçtim tiyatro bile izlemeyi seven kişilerden değildi. Buna rağmen, onları aşağılamak aklımın ucundan geçmedi. Çünkü kiatp okusun okumasın, her kişiyi tanınmaya değer bulurum ayrıca ben tüm bu işleri kendim için yaptım. Başkasına dikte etmek için ya da kendimi “satmak” için değil. Evet hayata karşı duruşu olan insanlarla birlikte olmak her kişinin isteyeceği bir şey ve de bireye değer katar ama bunları yapmıyor diye de bir insanı hayatımdan çıkaracak ya da yargılayacak hakka sahip değilim. Siz de olamazsınız ey erkekler ! Hele ki kadınları aptal yerine koyarak…

Erkeklere tüm kadınların adını basitleştirdikleri için hak ettikleri cevabı verdikten sonra tespitlerime geleyim:
Bence sorun kadın – erkek sorunu olmaktan öte insan sorunu. Kitap okumayı, kültür düzeyi düşüklüğünü, hayata bakış açısını kadınların üzerinden değil de insan üzerinden tartışabiliriz. Bu durum özellikle 1980 sonrası yani o çok meşhur 12 eylül durumundan sonra yaratılan bir durum. Ve şu anda toplum meyvelerini yiyiyor! Zira darbeden önce gençlerin iyi ya da kötü bir siyasi görüşü vardı. Bir siyasi görüşe sahip olmak demek, o görüşe ait bilgi donanımına sahip olmak demekti, insanlar kitap okurlardı, tartışırlardı. Örgütlere üyeydiler. Ama sonra ne oldu, darbe ile binlerce dernek – vakıf vs.. kapatıldı, kitaplar yakıldı, siyaset yasaklandı, gençler asıldı, işkence gördü ve nasıl bir kuşak geldi? Suya sabuna dokunmayan ! O suya sabuna dokunmamak, ileriki yıllarda (içinde barındırdığı korkuyla beraber) piyasanın da liberalleşmesi ile paraya odaklandı. Zamanla, para demek güç demek oldu. Oysa bize öğretilen “bilgi”nin güç olduğuydu ! Parayı güç olarak algılayan nesil, tüketmeye ve tükettikçe mutlu olmaya başladı, hayatın anlamı işte burada kaçtı ! Çünkü alışveriş yaparak, popüler kültürü ve eğlenceyi pompalayarak “olmayan” hayatları topluma sundular. Bunlar tabii ki bir yere kadar hayatın gereği ama içinde bulunduğumuz toplumda nasıl bir algı var ? Şöyle  : Gece barlardan – diskolardan çıkmayan, bugün ne giysem tarzı programlarla kıyafet ve modanın üzerine yani tüketmeye odaklı bir nesil. Bunu iş adamlarının ya da sosyetenin yapması problem değil ama orta sınıfa ve genele indirgersek bir gecede bir aylık harçlığını eğlenceye yatıran özenti bir nesil var. Ne kadar sağlıklı denebilir ki? Babası kredi kartı borcunu ödeyemezken kendisi renk renk kıyafetlere para yatıran bir nesil var. Bu bir kaos! Oysa gençlerin örnek alabileceği, düşünmeye sevk eden bir tartışma programı bile yok medyada. Böyle olunca da, nesil tabii ki eksen kayması yaşıyor, yüzeysel insanlar yığını oluyor, evlilik bir zorunluluk - bir sigorta - bir etiket gibi görülüyor. Bu söylediğimi kadınların yaptığı kadar, erkekler de yapıyor meark etmeyin. Çünkü adamlar da beraberliğe başlarken, arabası var – evi var - maaşı şu kadar diye hesap yapıyorsa orada işte kadının bencilliğinden değil “insan”ın iyi yere kapak atma çabasından söz edebiliriz.

Son olarak, televizyonlarda sıkça yer bulan Meltem Cumbul’un yüzük göstermesi veya Hande Ataizi’nin “muradına erdi” şeklinde başlıklara ve bunlar üzerinden kadınların yine” Kezban” muamelesi  görmesine dayanamıyorum. Bize Kezban diyenler kendilerine aynada bir bakarlarsa “recep ivedik” olduklarnı görecekler. Etkiye tepkidir bizimkisi. Çünkü ne kadar ekmek o kadar köfte !

Şöyle ki : Hani röportajınızda erkekler rus kadınlardan bahsetmiş ya. Ben de şimdi rus sevgilimden bahsedeceğim. Bir zamanlar Rus sevgilim vardı, adam bana sürekli teşekkür ediyordu, onunla beraber olduğum için. Zannetmeyin ki bu sadeec onun isteği ile başlayan – devam eden bir şeydi. Demek istediğim şu ki, insana kendisini özel hissettiriyordu. Şimdi soruyorum, hani Türk erkeği bana teşekkür etti de, benden Rus kadını muamelesi görmedi? Cevap basit: Hiçbiri ! Türk erkeği Türk gibi davrandıkça Türk kadınından da aynı tepkiyi görür!  höt zöt yapacaklar ama karşılığında da rus kadını muamelesi isteyecekler. Yok öyle. Önce bir şeyleri sen değiştir bakalım, sonra kadın değişmez mi?

8 Eylül 2012 Cumartesi

Silivri'ye Mektuplar -12-

06/9/12
Soner Yalçın'a 
Sizi seviyorum,
Dayanın! 

Silivri'ye Mektuplar -11-


          6/9/12

Bizim için kendini ateşlere atan sevgili Tuncay Özkan’a …
Kaçıncı mektubum size bilmiyorum. Ama hala cevap vereceğinize dair umudumu koruyorumJ  En son mektubumda ne yazmıştım bilmiyorum ama öncelikle yeni yaşınızı sevinçle kutluyorum. Nice sağlıklı, özgür yıllara inşallah, yariniz ve Nazlıcan ve bizimle birklte… 22-24 Ağustos tarihlerinde İstanbul’a Silivri’ye gelmek üzere yıllık izne ayrılmıştım.ç Gelecek olmanın verdiği heyecanla içim kıpır kıpırdı sizleri göreceğim için. Ama olmadı. Bayram dönüşü olduğu için zar zor bulabildiğim İstanbul otobüs biletini, o kadar heves, o kadar ümit boşa gittiL 22/8/12 sabahı İstanbula indiğimde aradığım Balbay’ın avukatı Çağrı Bey (belki de avukatın asistanıdır, bilemiyorum) duruşmanın 17/8/12 itibarı ile adli tatil nedeniyle 01/9/12ye kadar ara verdiğini söyledi. Yıkıldım ! Gerçekten şanssızlığım bu benim. Ama yine de fazla sitem etmiyorum, siz benim her an bilincimin bir kenarındasınız. Yüzünüzü görmesem de, duruşmada olmasam da…
Madem uzun bir ara verdik mektuplarıma, hemen açığı kapatalım. Sizinle ilgili planım iptal olunca ben de yeni bir İstanbul planı yaptım ve dönüş uçağını bekleyene kadar İstanbul’da vakit doldurdum. Bir arkadaşımla Büyükada’ya gidip bir gece kaldık. Büyükada’da gezemedik desem inanır mısınız? Her yeri kara çarşaflı tuhaf insanlar kaplamış. Yazılar Arapça’ya dönmüş. Menülerde, vapur saatlerinde bile Arapça yazıyor. İner inmez kalabalıktan yürümekte zorluk çekiyorsunuz zaten. İstiklal Caddesi bile daha tenhadır yani… Neyse güç bela, çarşı kısmına ulaşabildiğinizde Arapçaları görünce şaşkınlıktan garsona “karşı devrim mi oldu, neden her şey Arapça?” diye sordum. Garson güldü. Araplar çok sık geliyorlar dedi, ondanmış… Saçma buldum hayret bir şey bu bizdeki turistik yalakalık… Adaya gelirken vapurdaki insanların da hepsi neredeyse türbanlı. Adanın arka tarafında denize girilen plajda ise yine haşema krizi, kapalılar… İnanın İzmir’den gelen bir vatandaş olarak İstanbul’da sudan çıkmış balığa döndüm. Meğer İzmir’im gerçekten ne kadar demokratmış… Oysa geçen sefer geldiğimde İstanbul’da bu kadar yoğun bir şey hissetmemiştim. Neyse adada daha fazla barınamadık, Heybeliye gitme gereği duyduk. İnanın orası arap istalasına uğramadığı için bizi daha fazla tatmin etti. Orada güzel bir bisiklet turu yaptık, dağların tepesinden denize, İstanbula baktık çam dallarının arasında. İstanbul macerası benim için hiç de ümit etmediğim gibi sonlanarak bitti. Geldiğimde İzmirimin benim canım olduğunu anladım. Hani Bekir Coşkun demişti ya, Türkiye İzmir olduğunda bu memleket kurtulur diye.. Ya da Yılmaz Özdil; Türkiye’den sıkılınca İzmir’e giderim ben diye… Biliyordum ama bu kadar değil zannediyordum. Gerçekten öyleymiş. İyi ki İzmir vekilisiniz. Yoksa küserdim zaten sizeJ Bunları size ayrıntı ile yazıyorum ki, bir an olsun Silivri damından uzaklaşın, dışarı çıktğınızda nasıl bir tablo ile karşılaşacağınızı az çok hayal edebilin diye… Umarım faydası oluyordur.
Tatilde “hapiste yatacak adama öğütler” ve “apo neden yakalandı?” kitaplarınız bitti. Hapiste yatacak olana Öğütler kitabınız bir bayan olarak neredeyse tüm temizlik, yemek vs… konularını bildiğimiz için pek şaşırtıcı olmadıJ Ama zaten bunu siz de yazmışsınız, kadınlar bunu bilir, maçolar bilmez diye…Diğer kitap ise PKK sorunu tavan yapmışken çok iyi gitti. Şimdi merak ettiklerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Belki cevap verebilirsiniz :
1.    Yukarıda anlattığım Büyükada manzarası, 30 Ağustos kutlama törenlerinde çelenk koya kavgasına dönüştü. Nasıl bir manzara olduğuna ben şaşırmadım. Siz şaşırdınız mı? Ne olacak bu böyle, Atatürk yasaklanıyor artık bu ülkede…
2.    Son seçimlerde bağımsız aday olmanızı takdir etmiştim, zira Y-CHP bana ve birçok kimseye göre artık br muhalet partisi değildir. Özellikle PKK’nın terör olaylarının tavan yaptığı bu dönemde Hüseyin Aygün gibi bir danışıklı dövüş meselesi CHP için büyük utançtır. Bir partinin üzerine kurulduğu değerlere sahip çıkması ve bağlı kalması gerekir. Oysa CHP, oy için eksen kayması yaşıyor, öyle değil mi? Kemal Kılıçdaroğlu’nun yere seçimlerinde oy kullanmaması veya unutması vs.. ortalıktan tüm gün kaybolmasını ben unutmadım ve yemedim. Bu durumda Baykal’ın CHP’si daha daha iyiydi, bz mi yanlış görüyoruz yoksa?
3.    apo’nun bize teslim edilişini olayın siyasi yanının başlamasına bağladığınız kitabınızda bugün itibarı ile gelinen noktada bir değişiklik olmaması beni üzüyor. Hem bu kadar hak ve taviz verildi hem de terör durmak yerine hala da devam ediyor. Ve bugün gazetede Mustafa Mutlu’nun yazısı söyle diyor : AKP, 2002‘de iktidara geldiğinde terör dibe vurmuştu. Verdiğimiz şehitlerin sayısı azalmıştı.
AKP ilk iş olarak 22 Eylül 2003’te Dubai’de bir anlaşma imzaladı. ABD’yle imzalanan bu anlaşmaya göre Türk Silahlı Kuvvetleri, Kuzey Irak’a girmeyecek, Türkiye Cumhuriyeti de bunun karşılığında 1 milyar dolar hibe veya 8,5 milyar dolarlık uzun vadeli kredi alacaktı... Sonra terör adım adım tırmandı. CHP, 15 Eylül 2005’te Meclis‘te genel görüşme yapılmasını istedi. Bu istek, tıpkı bir ay önce olduğu gibi AKP oylarıyla reddedildi.  18 Nisan 2006‘da Terörle Mücadele Yasası’nın 6. maddesi değiştirildi. “Etkin pişmanlık” adı altında teröristlere af çıkarıldı, çok sayıda terörist bundan yararlanarak serbest kaldı. 
Ne oldu da, Öcalan’dan vazgeçildi? Tam olarak da vazgeçilmeyip yaşamasına müsaade edildi? Bunları anlatabilir misiniz bilmiyorum? Ortalıkta dolanan söylentiler ABD’nin Arap Baharı ile ilgili bir harita oluşturduğu ve bunu her partinin önüne koyduğu, kimsenin kabul etmediği sadece AKP’nin onay verdiği ve bu nedenle onların seçildiği ile ilgili. Bu haritada ülkemizin güneyi ve doğusu Kürdistan’a ait. Tabii bu sadece bir söylenti ama artan terör ve aciz kalan Türkiye ve bekleyen bir ordu ile ne düşünülebilir bilmiyorum.
4.    Ordu demişken gazetede Yarbay Mustafa Dönmez’in oğlu ile ilgili acı haberi sizin verdiğinizi okudum. Böylesi bir yürekliliği hangi cümlelerle bezediniz, nasıl bir tasvir yaptınız gerçekten çok merak ettim ve sizi bir kez daha yürekliliğinizden ötürü takdir ettim.
5.    Veee gelelim asıl önemli habere. Uğur Dündar’ın “iyi uykular sayın seyirciler” kitabını okumuştum iki ay kadar önce. Evde adettir; ayrı evlerde yaşasak bile annem ve kardeşimle kitapları değiştiririz. Annem de bu vesile ile okudu kitabı. “Su gibi bitti, aman ne olacak, samizdatla mukayase bile kabul etmez” diye de yorumunu yaptı annem. Ben de aynı fikirdeydim zaten ama kitapta kendisini o kadar cesaretli anlatmış ki yazar, yazılanlar arasında kronolojik bir sıralama olmamasına ve bir kitaptan çok gazete yazılarının derlenmesi formatında olmasına rağmen beğenmiş ve kendisini de mağdur sıfatında görmüştüm. Birkaç hafta önce annem bir imza gününde uzun uzun kuyrukta beklemiş. Sıra kendine geldiğinde Uğur Bey yüzüne bile bakmadan kitabı imzalamaya koyulmuş ki; annem şöyle demiş; ”sayın Dündar, Samizdat’ı okudum.” Samizdat lafını duyar duymaz Uğur Bey kafasını kaldırıp anneme bakmış. Annem devam etmiş : “samizdatta Yaşar Kemal gibi dünyanın kabul ettiği bir yazar, bir açlık grevi – bir oturma eylemi yapsa bütün yazarları yanına alsa, dünyanın tepkisini Silivri’deki tutuklular üzerine çekemez mi? diye soruyor Soner Yalçın. Yaşar Kemal yapmıyorsa, siz örnek olun, siz başlatın“ Uğur Dündar bu sözlerin üzerine sadece acı acı “korkuyoruz, bizi de içeriye alırlar” diye demiş.  Annem bana bu olayı anlattı. Bunu şununla bağdaştırdım. Çeşitli internet sitelerinde sizin Uğur Dündar’a kazık attığınızla ilgili yazılar var. Arena’nın Ankara temsilcisi iken Uğur Bey sizin elinizden tutmuş ve siz sonra ona kazık atmışsınız, Show Tv’ye transfer olmuşsunuz vs… Bunu okuyunca yukarıdaki olayla birleştirdim. Uğur Bey korkuyor, siz ise korksanız bile boyun eğmiyorsunuz. Gözümde duruş pozisyonlarınız değişti. Ama bir de açıklamasını sizden dinlemek isterdim tabii. Vaktiniz varsa, yazmanız dileği ile…
Kitapta yazdığınız; duruşmada “Kemalleri çoğalttınız” diyerek suçlu bulunduğunuz olayı kahkahalar atarak ve göz yaşları içinde okudum. Böylesi saçma dialogların yaşandığı dava sizi tutuklasa öbür tarafta katiller serbest bırakılsa bile siz bizim vicdanlarımızda hürsünüz. Gerisi de pek önemli değil zaten. Malta Sürgünleri gibi olsun, Nazım Hikmetler gibi olsun, Aziz Nesin gibi olsun, ben hapiste yatmayana yazar diyemiyorum ülkemde, ne yazık ki bu böyle… Ve öyle bir ortam görüyorum ki, inanın 1920’lerin tekerrüründen ibaret.  Sanırım tek kurtuluş gazetecilerden ve/veya Silivri tutuklularından oluşan bir hükümetle duruma el koymak olacak. Siz, Balbay, Adil Serdar Saçan, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan vs…  hepiniz hükümeti devralsanız, ülkede sorun morun kalmaz. Umudumuz çıkacağınız yönünde, yeniden buluşabilmek dileği ile…




Silivri'ye Mektuplar -10-


                                                                                                                                              06/9/12
Kan bağı aramaksızın ailem saydığım Balbayıma…
En son mektubumu Silivri’ye gelecek olmanın verdiği heyecanla yazmıştım. İçin kıpır kıpırdı sizi göreceğim için, hatta alacağım hediyeyi bile düşünmüştüm : Adaletin sembolü terazi… Her ne kadar şu anda yürürlükteki adalete güvencemiz kalmasa da, ben inanıyorum terazinin kefelerinin bir gün eşitleneceğine…Umudumuzu korduğumuza dair size bu hediyeyi getirecektim, siz de korumaya devam edin –  daha da yeşertin diye… Ama olmadı. Bayram dönüşü olduğu için zar zor bulabildiğim İstanbul otobüs biletini, o kadar heves, o kadar ümit boşa gittiL 22/8/12 sabahı İstanbula indiğimde aradığım avukatınız Çağrı Bey (belki de avukatınızın asistanıdır, bilemiyorum) duruşmanın 17/8/12 itibarı ile adli tatil nedeniyle 01/9/12ye kadar ara verdiğini söyledi. Yıkıldım ! İlk önce yüzyüze görüşebilirsiniz de, sonra yanlış anlaşılma var, savcılık izni olması lazım de, sonra duruşmadan uzaktan görmeye razı ol, o kadar yoldan kalk, gel, en sonunda duruşma adli tatile girsin. Gerçekten şanssızlığım bu benim. Ama yine de fazla sitem etmiyorum, siz benim her an bilincimin bir kenarındasınız. Yüzünüzü görmesem de, duruşmada olmasam da…
Madem uzun bir ara verdik mektuplarıma, hemen açığı kapatalım. Size dışardan bir takım bilgiler aktarayım. Sizinle ilgili planım iptal olunca ben de yeni bir İstanbul planı yaptım ve dönüş uçağını bekleyene kadar İstanbul’da vakit doldurdum. Bir arkadaşımla Büyükada’ya gidip bir gece kaldık. Büyükada’da gezemedik desem inanır mısınız? Her yeri kara çarşaflı tuhaf insanlar kaplamış. Yazılar Arapça’ya dönmüş. Menülerde, vapur saatlerinde bile Arapça yazıyor. İner inmez kalabalıktan yürümekte zorluk çekiyorsunuz zaten. İstiklal Caddesi bile daha tenhadır yani… Neyse güç bela, çarşı kısmına ulaşabildiğinizde Arapçaları görünce şaşkınlıktan garsona “karşı devrim mi oldu, neden her şey Arapça?” diye sordum. Garson güldü. Araplar çok sık geliyorlar dedi, ondanmış… Saçma buldum, kendi ülkemde 2. sınıfa düşüyorum. Almanya’da Türkler çok geliyor diye Türkçe menü basıyorlar mı canım? Hayret bir şey bu bizdeki turistik yalakalık… Adaya gelirken vapurdaki insanların da hepsi neredeyse türbanlı. Sadece bir ben ve arkadaşım vardı başı açık. Adanın arka tarafında denize girilen plajda ise yine haşema krizi, kapalılar… İnanın İzmir’den gelen bir vatandaş olarak İstanbul’da sudan çıkmış balığa döndüm. Meğer İzmir’im gerçekten ne kadar demokratmış… Oysa geçen sefer geldiğimde İstanbul’da bu kadar yoğun bir şey hissetmemiştim. Belki de o zaman bu kadar fazla değillerdi. Neyse adada daha fazla barınamadık, Heybeliye gitme gereği duyduk. İnanın orası arap istalasına uğramadığı için bizi daha fazla tatmin etti. Orada güzel bir bisiklet turu yaptık, dağların tepesinden denize, İstanbula baktık. Çam dallarının arasında -sizin ne kadar sevdiğinizi bildiğim için- oturup havasını uzun uzun içime çektim, bu Balbay için diye diyeJ İstanbul macerası benim için hiç de ümit etmediğim gibi sonlanarak bitti. Geldiğimde İzmirimin benim canım olduğunu anladım. Hani Bekir Coşkun demişti ya, Türkiye İzmir olduğunda bu memleket kurtulur diye.. Ya da Yılmaz Özdil; Türkiye’den sıkılınca İzmir’e giderim ben diye… Biliyordum ama bu kadar değil zannediyordum. Gerçekten öyleymiş. İyi ki İzmir vekilisiniz. Yoksa küserdim zaten sizeJ Bunları size ayrıntı ile yazıyorum ki, bir an olsun silivri damından uzaklaşın, dışarı çıktğınızda nasıl bir tablo ile karşılaşacağınızı az çok hayal edebilin diye… Umarım faydası oluyordur.
En son yazdığımdan bu yana Che Guevara’nın biyografisini bitirdim. Yaklaşık 750 sayfa olan kitap çok zamanımı aldı. Ardından sizin “Düşünüyorum O Halde Sanığım” kitabınızı kana kana içtim. Beni uzak uzak diyarlardan güldürmeyi nasıl da başardınız... Nasıl ağlattınız bir bilseniz…İçlerim yanarak ağladım. Kitaplığımda Silivri üçlemenizin tüm kitapları mevcut. Üzerine Çin ve Suriye kitaplarınız var. Bu kitapları size çıktığınızda imzalatmazsam vallahi gözlerim açık gider. Neyse güveniyorum ben size, bana bu kitapları imzalamak için bile olsa dışarı çıkacaksınız sizJ Tuncay Özkan’ın “hapiste yatacak adama öğütler” ve “Apo neden yakalandı?” kitapları bitti. PKK sorunu tavan yapmışken çok iyi giden bir kitap oldu. Sırada Soner Yalçın’dan Samizdat var.  Şimdi merak ettiklerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Belki cevap verebilirsiniz :
1.    İçerde olduğunuz süre zarfında en çok kimden, kaç tane mektup aldınız? Bu sıralamada ben kayda değer bir sırada yer alıyor muyum? Ümidim size en çok yazan kişi olmakJ Bu konuda rekor kırmak.
2.    İlk mektubunuz dışında elime geçen bir mektubunuz olmadı. Geçen seferde sorduğum Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili yönlendirmelerinizi merakla bekliyorum doğusu…
3.    Yukarıda anlattığım Büyükada manzarası, 30 Ağustos kutlama törenlerinde çelenk koya kavgasına dönüştü. Nasıl bir manzara olduğuna ben şaşırmadım. Siz şaşırdınız mı?
4.    Facebook resmi hesabınızı takip ediyorum. Avukat tarafından yazılan bir çok resim ve metin ekleniyor. Ancak bunlar benim görüştüğüm avukatlarınız tarafından yazılmıyormuş. Sahte olmasına imkan vermiyorum ama yine de facebook hesabınızdan avukat isimli kişi tarafından yazılanlar bilginiz dahilinde midir?
Veee gelelim asıl önemli habere. Uğur Dündar’ın “iyi uykular sayın seyirciler” kitabını okumuştum iki ay kadar önce. Evde adettir; ayrı evlerde yaşasak bile annem ve kardeşimle kitapları değiştiririz. Annem de bu vesile ile okudu kitabı. “Su gibi bitti, aman ne olacak, samizdatla mukayase bile kabul etmez” diye de yorumunu yaptı annem. Ben de aynı firkirdeydim zaten ama kitapta kendisini o kadar cesaretli anlatmış ki yazar, yazılanlar arasında kronolojik bir sıralama olmamasına ve bir kitaptan çok gazete yazılarının derlenmesi formatında olmasına rağmen beğenmiş ve kendisini de mağdur sıfatında görmüştüm. Birkaç hafta önce annem bir imza gününde uzun uzun kuyrukta beklemiş. Sıra kendine geldiğinde Uğur Bey yüzüne bile bakmadan kitabı imzalamaya koyulmuş ki; annem şöyle demiş; ”sayın Dündar, Samizdat’ı okudum.” Samizdat lafını duyar duymaz Uğur Bey kafasını kaldırıp anneme bakmış. Annem devam etmiş : “samizdatta Yaşar Kemal gibi dünyanın kabul ettiği bir yazar, bir açlık grevi – bir oturma eylemi yapsa bütün yazarları yanına alsa, dünyanın tepkisini Silivri’deki tutuklular üzerine çekemez mi? diye soruyor Soner Yalçın. Yaşar Kemal yapmıyorsa, siz örnek olun, siz başlatın“ Uğur Dündar bu sözlerin üzerine sadece acı acı “korkuyoruz, bizi de içeriye alırlar” diye demiş.
Annem bana bu olayı anlattı. O zaman dedim ki anneme, “bu yazılan kitap ve cesaret sergileme durumları pek de inandırıcı olmuyor haa anne?” O zaman benim Balbayımla, benim Soner Yalçınımla kıyas kabul etmiyor be anne…O zaman cesaret bu olmuyor be anne…
İşte o anda size, Soner Yalçın’a bir kez daha hayran oldum. Kaleminizin asla eğilip bükülmemesine… İlke sahibi olmanıza… Bunları öğünmek için değil gerçekten böyle olduğunuz için yapmanıza… Yolun en sonunu bilerek en baştan gönüllü çıkışınıza… İnanın boşa değil yaptıklarınız. Bu dava sizi tutuklasa diğer yandan katilleri serbest bıraksa bile siz bizim vicdanlarımızda hürsünüz. Gerisi de pek önemli değil zaten. Malta Sürgünleri gibi olsun, Nazım Hikmetler gibi olsun, Aziz Nesin gibi olsun, ben hapiste yatmayana yazar diyemiyorum ülkemde, ne yazık ki bu böyle… Ve öyle bir ortam görüyorum ki, inanın 1920’lerin tekerrüründen ibaret. Yakındır silkelenişi ülkenin, az daha sabretmek gerek !





G Noktası -10- Unutma !!!


Bugünü unutmamak lazım. İyi bak takvime 06/9/2012.
Bugün sana itiraf ettiklerim karşısında ne kadar heyecanlandığını ama tutuk kaldığını gördüm.
Bugün seni sürekli iteklemem gerektiğini, resmen bir koyun olduğunu beni de çobanın yaptığını gördüm.

Bugün bir izin alırken bile ne kadar isteksiz ve öylesine davrandığını gördüm.
Bugün ben senin ve aslında kendim için kavga ederken nasıl hiçbir şey yokmuş gibi çalışmaya devam ettiğini gördüm.
Bugün en azından kavgam bittikten sonra beni telefonla arayıp sessiz kalmana bir mazeret uyduramayacak kadar boşvermişliğini gördüm.

Bugün gördüm de gördüm.
Gözümde gittikçe küçüldün !

4 Eylül 2012 Salı

Hiçbir Şeye Değişmem Aşkla Bakan Gözlerini


Sevgilim;
Mutlulukla bir son bulup
En soluma yazsam seni
Hiç bir şeye değişmem aşkla bakan gözlerini
En son anımda bile söylemeliyim sevdiğimi
Hiç bir şeye değişmem senle geçen günlerimi
En son anımda bile tutmalıyım ellerini

Hiç bir şeye değişmem aşkla bakan gözlerini
En son anımda bile söylemeliyim sevdiğimi
Hiç bir şeye değişmem senle geçen günlerimi
En son anımda bile tutmalıyım ellerini
Hiç bir şeye değişmem aşkla bakan gözlerini
En son anımda bile söylemeliyim sevdiğimi
Hiç bir şeye değişmem senle geçen günlerimi
En son anımda bile tutmalıyım ellerini

Büyükada boyunca hep bu şarkı bizim için çaldı.. Yıl 2012, aylardan ağustos...
Ben hala bekarım, sen evli ve iki çocuklu...
Bedene yasak olsa da kalbe yok, olur mu?

Yalnız - Sade - Yalın Ama Çok Beklenen Bir "Evet"!


                                                                                                                                                      04/9/12
       Adayı henüz bulamasam da, giderek azalan ümidini üfleye üfleye alevlendirmeye çalışsam da evlilik benim için hala bir mutluluk kapısı. Yalnızlıktan çıkışın köprüden önceki son sapağı…Hayatımın bu yeni kapısını büyük labirentte bulmayı başarabilir miyim bilmiyorum ama eğer diyorum başarırsam o an nasıl olur? Kendi nikahımı hayal ediyorum ! Çimenlerin üzerinde ya da Akyaka gibi denize kıyısı olan bir yerde ayakta yoldan geçen iki şahitle olacak mini bir tören…  Yüzümde yok denecek kadar bir makyaj, ayaklarımda beyaz çiçekli sandalet, saçlarım kısacık ve aralarında beyaz çiçeklerden oluşan kısacık bir duvak… Gelinliğim ise kabarık, dizde, askılı bir beyaz elbise… Elimde beyaz güller… 

Babam bağlayamayacağı için artık önemi olmayan kırmızı kuşak ise kalbimin derinliklerinde…  

Zar zor bulunan gramofonda Zeki Müren’in sesinden : 

Gözlerinin içine başka hayal girmesin
Bana ait çizgiler dikkat et silinmesin
İstersen yum gözlerini, tıpkı düşünür gibi
Kıskanırdım seni ben kendi gözümden bile
Nasıl verirdim seni bir gün yabancı ele
Sana gelen yollar da daima seni  bekler
Benden evvel başkası görüp seni sevmesin
Benden evvel başkası görüp seni sevmesin....


     Ayakta kıyılacak nikahta ne çok bağırarak ne de formalite icabı ama sadece huzurla gözlerimden akan mutlulukla “evet” diyorum, sevdiğim adama bakarak… Gözlerim doluyor bunca yılın yalnızlığından ve hala inanamıyorum beni ben kadar sevecek birine… Bu gerçek mi diye… O da bana bakıp aynı sevinçle evet diyor.. Birbirimize büyük sözler vermiyoruz nikah sırasında. Tüm kalbimle evet, sonsuza dek evet gibi iddialardan uzağız. Bizimkisi yalnız, sade, yalın ama uzun yıllardan sonra geldiği için çok özlenen bir evet !

Sonra öpüyoruz birbirimizi yanaklarımızdan, sarılıyorum güvenle, bir süre kalıyorum öyle… Bitti, artık bizi birbirimize bağlayan yasal bir bağ var. 
Ardından sahilde öylece yürüyoruz. Elele… Konuşmuyoruz, bozmuyoruz büyüyü saçma sapan sözlerle…  Azmakta bir gezintiye çıkıyoruz tekne ile, teknede beyaz tüller, biraz süslenmiş bizim için…
Fonda yunan şarkıları çalıyor, bir süre manzarayı izliyoruz. Ardından başka bir tekneye geçip Yunan adalarına yelken açıyoruz. Kimse yok yanımızda, ne senin ailen, ne benim ailem… Yalnızım, yalnızsın, tıpkı şu ana kadar olduğu gibi. Birlikteyiz, tıpkı bundan sonra olmasını temenni edeceğimiz gibi.

G Noktası -9-


                                                                                                                                                    01/9/12
Sabah kahvaltısında yanına geldim. Biraz oturduktan sonra kalkman gerektiğini söyledin. Seninle beraber ben de hazırlandım gitmek için. Bana kızdın, “otur et kahvaltını, ben gitmek zorundayım, sen değil...” Anlamıyordun… Sorun kahvaltı etmem değildi, sorun seninle olamamamdı. Bunu sana anlatmaya çalıştım ve nihayet anladın. Üstüne sordum şaşırarak, “bunu gerçekten anlatmam mı lazımdı, anlayamadın mı ben demeden?” Cevabın çok basit ama şimşek gibi deliciydi: Bu kadar zeki olsam, seni alırdım… İçim çok acıdı, hem anlamayacak kadar "öküzüm", hem de fark edince itiraf edecek kadar "angutum" olmana..

Bu şarkıyı her duyduğumda sen geliyorsun aklıma, ikimizin olsun :

Kaybedecek zamanımız yok sevgilim
Bizi bundan sonra mutluluk ifade ediyor...
Bırak bizi kendi halimize
Aşka borçlu kalmayalım.
Ayrılığın esiri olmak yerine
Her saat her dakika göz göze yanyana kalalım
Benim senden başka kimim var ki
Yalancı rüyalara kanmayalım.
Ecel kapıyı çalmak zorunda kaldığında
Bana son sözün ne diye merak ediyorum
Hayatın gerçekleriyle karşılaştığında
Cennetin kapılarında bekliyorum !
Sen beni gülümseten bir meleksin 
Hayata bağlı kalmama tek sebepsin !