Hakkımda

Uzun yıllardır yalnız birinin hikayeleridir bunlar. Kendinizden birşeyler bulmanızı dilerim.

8 Eylül 2012 Cumartesi

Silivri'ye Mektuplar -10-


                                                                                                                                              06/9/12
Kan bağı aramaksızın ailem saydığım Balbayıma…
En son mektubumu Silivri’ye gelecek olmanın verdiği heyecanla yazmıştım. İçin kıpır kıpırdı sizi göreceğim için, hatta alacağım hediyeyi bile düşünmüştüm : Adaletin sembolü terazi… Her ne kadar şu anda yürürlükteki adalete güvencemiz kalmasa da, ben inanıyorum terazinin kefelerinin bir gün eşitleneceğine…Umudumuzu korduğumuza dair size bu hediyeyi getirecektim, siz de korumaya devam edin –  daha da yeşertin diye… Ama olmadı. Bayram dönüşü olduğu için zar zor bulabildiğim İstanbul otobüs biletini, o kadar heves, o kadar ümit boşa gittiL 22/8/12 sabahı İstanbula indiğimde aradığım avukatınız Çağrı Bey (belki de avukatınızın asistanıdır, bilemiyorum) duruşmanın 17/8/12 itibarı ile adli tatil nedeniyle 01/9/12ye kadar ara verdiğini söyledi. Yıkıldım ! İlk önce yüzyüze görüşebilirsiniz de, sonra yanlış anlaşılma var, savcılık izni olması lazım de, sonra duruşmadan uzaktan görmeye razı ol, o kadar yoldan kalk, gel, en sonunda duruşma adli tatile girsin. Gerçekten şanssızlığım bu benim. Ama yine de fazla sitem etmiyorum, siz benim her an bilincimin bir kenarındasınız. Yüzünüzü görmesem de, duruşmada olmasam da…
Madem uzun bir ara verdik mektuplarıma, hemen açığı kapatalım. Size dışardan bir takım bilgiler aktarayım. Sizinle ilgili planım iptal olunca ben de yeni bir İstanbul planı yaptım ve dönüş uçağını bekleyene kadar İstanbul’da vakit doldurdum. Bir arkadaşımla Büyükada’ya gidip bir gece kaldık. Büyükada’da gezemedik desem inanır mısınız? Her yeri kara çarşaflı tuhaf insanlar kaplamış. Yazılar Arapça’ya dönmüş. Menülerde, vapur saatlerinde bile Arapça yazıyor. İner inmez kalabalıktan yürümekte zorluk çekiyorsunuz zaten. İstiklal Caddesi bile daha tenhadır yani… Neyse güç bela, çarşı kısmına ulaşabildiğinizde Arapçaları görünce şaşkınlıktan garsona “karşı devrim mi oldu, neden her şey Arapça?” diye sordum. Garson güldü. Araplar çok sık geliyorlar dedi, ondanmış… Saçma buldum, kendi ülkemde 2. sınıfa düşüyorum. Almanya’da Türkler çok geliyor diye Türkçe menü basıyorlar mı canım? Hayret bir şey bu bizdeki turistik yalakalık… Adaya gelirken vapurdaki insanların da hepsi neredeyse türbanlı. Sadece bir ben ve arkadaşım vardı başı açık. Adanın arka tarafında denize girilen plajda ise yine haşema krizi, kapalılar… İnanın İzmir’den gelen bir vatandaş olarak İstanbul’da sudan çıkmış balığa döndüm. Meğer İzmir’im gerçekten ne kadar demokratmış… Oysa geçen sefer geldiğimde İstanbul’da bu kadar yoğun bir şey hissetmemiştim. Belki de o zaman bu kadar fazla değillerdi. Neyse adada daha fazla barınamadık, Heybeliye gitme gereği duyduk. İnanın orası arap istalasına uğramadığı için bizi daha fazla tatmin etti. Orada güzel bir bisiklet turu yaptık, dağların tepesinden denize, İstanbula baktık. Çam dallarının arasında -sizin ne kadar sevdiğinizi bildiğim için- oturup havasını uzun uzun içime çektim, bu Balbay için diye diyeJ İstanbul macerası benim için hiç de ümit etmediğim gibi sonlanarak bitti. Geldiğimde İzmirimin benim canım olduğunu anladım. Hani Bekir Coşkun demişti ya, Türkiye İzmir olduğunda bu memleket kurtulur diye.. Ya da Yılmaz Özdil; Türkiye’den sıkılınca İzmir’e giderim ben diye… Biliyordum ama bu kadar değil zannediyordum. Gerçekten öyleymiş. İyi ki İzmir vekilisiniz. Yoksa küserdim zaten sizeJ Bunları size ayrıntı ile yazıyorum ki, bir an olsun silivri damından uzaklaşın, dışarı çıktğınızda nasıl bir tablo ile karşılaşacağınızı az çok hayal edebilin diye… Umarım faydası oluyordur.
En son yazdığımdan bu yana Che Guevara’nın biyografisini bitirdim. Yaklaşık 750 sayfa olan kitap çok zamanımı aldı. Ardından sizin “Düşünüyorum O Halde Sanığım” kitabınızı kana kana içtim. Beni uzak uzak diyarlardan güldürmeyi nasıl da başardınız... Nasıl ağlattınız bir bilseniz…İçlerim yanarak ağladım. Kitaplığımda Silivri üçlemenizin tüm kitapları mevcut. Üzerine Çin ve Suriye kitaplarınız var. Bu kitapları size çıktığınızda imzalatmazsam vallahi gözlerim açık gider. Neyse güveniyorum ben size, bana bu kitapları imzalamak için bile olsa dışarı çıkacaksınız sizJ Tuncay Özkan’ın “hapiste yatacak adama öğütler” ve “Apo neden yakalandı?” kitapları bitti. PKK sorunu tavan yapmışken çok iyi giden bir kitap oldu. Sırada Soner Yalçın’dan Samizdat var.  Şimdi merak ettiklerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Belki cevap verebilirsiniz :
1.    İçerde olduğunuz süre zarfında en çok kimden, kaç tane mektup aldınız? Bu sıralamada ben kayda değer bir sırada yer alıyor muyum? Ümidim size en çok yazan kişi olmakJ Bu konuda rekor kırmak.
2.    İlk mektubunuz dışında elime geçen bir mektubunuz olmadı. Geçen seferde sorduğum Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili yönlendirmelerinizi merakla bekliyorum doğusu…
3.    Yukarıda anlattığım Büyükada manzarası, 30 Ağustos kutlama törenlerinde çelenk koya kavgasına dönüştü. Nasıl bir manzara olduğuna ben şaşırmadım. Siz şaşırdınız mı?
4.    Facebook resmi hesabınızı takip ediyorum. Avukat tarafından yazılan bir çok resim ve metin ekleniyor. Ancak bunlar benim görüştüğüm avukatlarınız tarafından yazılmıyormuş. Sahte olmasına imkan vermiyorum ama yine de facebook hesabınızdan avukat isimli kişi tarafından yazılanlar bilginiz dahilinde midir?
Veee gelelim asıl önemli habere. Uğur Dündar’ın “iyi uykular sayın seyirciler” kitabını okumuştum iki ay kadar önce. Evde adettir; ayrı evlerde yaşasak bile annem ve kardeşimle kitapları değiştiririz. Annem de bu vesile ile okudu kitabı. “Su gibi bitti, aman ne olacak, samizdatla mukayase bile kabul etmez” diye de yorumunu yaptı annem. Ben de aynı firkirdeydim zaten ama kitapta kendisini o kadar cesaretli anlatmış ki yazar, yazılanlar arasında kronolojik bir sıralama olmamasına ve bir kitaptan çok gazete yazılarının derlenmesi formatında olmasına rağmen beğenmiş ve kendisini de mağdur sıfatında görmüştüm. Birkaç hafta önce annem bir imza gününde uzun uzun kuyrukta beklemiş. Sıra kendine geldiğinde Uğur Bey yüzüne bile bakmadan kitabı imzalamaya koyulmuş ki; annem şöyle demiş; ”sayın Dündar, Samizdat’ı okudum.” Samizdat lafını duyar duymaz Uğur Bey kafasını kaldırıp anneme bakmış. Annem devam etmiş : “samizdatta Yaşar Kemal gibi dünyanın kabul ettiği bir yazar, bir açlık grevi – bir oturma eylemi yapsa bütün yazarları yanına alsa, dünyanın tepkisini Silivri’deki tutuklular üzerine çekemez mi? diye soruyor Soner Yalçın. Yaşar Kemal yapmıyorsa, siz örnek olun, siz başlatın“ Uğur Dündar bu sözlerin üzerine sadece acı acı “korkuyoruz, bizi de içeriye alırlar” diye demiş.
Annem bana bu olayı anlattı. O zaman dedim ki anneme, “bu yazılan kitap ve cesaret sergileme durumları pek de inandırıcı olmuyor haa anne?” O zaman benim Balbayımla, benim Soner Yalçınımla kıyas kabul etmiyor be anne…O zaman cesaret bu olmuyor be anne…
İşte o anda size, Soner Yalçın’a bir kez daha hayran oldum. Kaleminizin asla eğilip bükülmemesine… İlke sahibi olmanıza… Bunları öğünmek için değil gerçekten böyle olduğunuz için yapmanıza… Yolun en sonunu bilerek en baştan gönüllü çıkışınıza… İnanın boşa değil yaptıklarınız. Bu dava sizi tutuklasa diğer yandan katilleri serbest bıraksa bile siz bizim vicdanlarımızda hürsünüz. Gerisi de pek önemli değil zaten. Malta Sürgünleri gibi olsun, Nazım Hikmetler gibi olsun, Aziz Nesin gibi olsun, ben hapiste yatmayana yazar diyemiyorum ülkemde, ne yazık ki bu böyle… Ve öyle bir ortam görüyorum ki, inanın 1920’lerin tekerrüründen ibaret. Yakındır silkelenişi ülkenin, az daha sabretmek gerek !





Hiç yorum yok: