07/8/12
Aklımın gülen yüzü, umudum sevgili
Balbay Ağabeyim;
Bu mektup umarım doğum günün olan 08
Ağustosta eline geçer. Öncelikle nice
yıllar diliyorum sana, mutlu, sağlıklı, huzurlu, ailenle,
bizlerle, ülkenle… İYİ Kİ DOĞDUN,
İYİ Kİ VARSIN…Taa uzaklardan, zindanlardan bile bana umut veriyorsun… Keşke elimde olsa bir pasta ile Silivri’de
kutlayabilsem bu özel günü ama sadece uzaklardan bir şarkı gönderiyorum hediye
olarak beğenirsin umarım. Hatta bu şarkıyı seninle şarkımız ilan ediyorumJ Ahmet Kaya’dan Doğumgünü…
İnsanların yüzlerini
göremiyorum/ Boğazım düğüm düğüm, çözemiyorum/ İstesem de yanına gelemiyorum/
Tutsam şu karanlığı, tutsam da yırtsam/ Ah elim tutuşmasa elini tutsam /
Susmasan konuşsan, sesini duysam / Tutsam güzel yüzünü, bağrıma bassam / Doğum
günüm bugün, doğum günüm gülüm, doğum günüm diyorsun / Doğum günün kutlu olsun,
mutlu ol senelerce / Sana boncuktan kuş yaptım, konacak pencerene / Karakollar
beni alır sorgular gecelerce / Hiç bekleme belki gelmem, gelemem senelerce… (burayı
ben şöyle değiştiriyorum: Hep beklerim ,
bekliyorum çıkacaksın hemence…)
Başarının annesi – babası çoktur,
başarısızlıklar ise öksüz ve yetimdir derler ya.. Sizin gibi çok önemli bir
kişiden bana yanıt geldiğini duyan yakın çevrem hemen bu başarıdan kendisine
pay çıkardıJ
Öncelikle sekreter ablam (aslında ismi ... ama nüfustaki yazım yanlışını
düzeltmemekte ısrarlı) hemen size yazmaya koyuldu. (Tabii buna biraz ben de
etki etmiş olabilirim, inanın siz daha çok kişiden mektup alın, biraz olsun
kafanız o Silivri zindanından uzaklaşsın diye ne yapacağımı şaşırıyorum bazenJ) Belki mektubu gelmiştir çoktan size.
Ardından yakın arkadaşlarım onlar da yazmaya heveslendiler. Ardından da annem
ve kardeşim “biz de yazalım, demek ki mektuplar ulaşıyor” dediler. En son
olarak da bu mektupları size atan ve karşıt görüşten olmasına rağmen artık
yapılan haksızlıklardan dolayı iyice tepkili hale gelen iş arkadaşım Y....…
(Ona “mektupları atıyor musun?” diye sorduğumda, “evet ama sokağa atıyorum –
postaneye değil” diye beni korkutuyorduJ) Şimdi de “ben bu mektupları atmasam,
sana nereden cevap gelecekti” deyip bu başarıdan kendisine de pay çıkardı.
Sanki bunları yazan, sizin okuduğunuzu ümit eden benim hiç payım yok gibi olduJ Neyse, sizi ne kadar çok kişiye
ulaştırabilirsem o kadar başarı benim için. İnanmazsınız Y.... ilk başlarda
“bir suçları olmasa içeride olmazlardı” diyordu. Şimdi ise akşamları eve gidip
sizin biyografinizi okuyormuş, sizi araştırmaya başladı, suçsuz olduğunuz
konusunda bir fikre sahip olacak kadar okuyamamış ama bana dedi ki “sen
inanıyorsan ben de inanıyorum onun suçsuz olduğuna” Bu bile benim için, sizin
için büyük başarı diye düşünüyorum. Zülfü Livaneli’ye ithafen: Dünyayı güzellik
kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey !
Ülkemizdeki
insan ortalamasını düşündüğümde bu tablonun şaşırtıcı olmaması beni üzüyordu
açıkçası. Ülkemde hiç mi gerçekleri gören insanlar yok diye ama…Geçen gün bir
mail geldi, şöyle diyordu: “Aslında biz çoğunluktayız. Anıtkabir ziyaretçi
sayısının kaldırılması, Atatürkçülerin içeri alınması, kilit adamların
susturulması hep bu çoğunluktan… Anket anket deyip %50 diyorlar, siz hiç bugüne
kadar bir kez bile olsa bu anketörlere rastladınız mı?”Evet ben rastlamadım
gerçekten. Demek ki dedim, yapılmak istenen bizim kendimize güvenmememizi,
kendimizi azınlıkta hissetmemizi sağlamak. Hemen buradan sevgili Tuncay Özkan’a
sormak lazım: Biz kaç kişiyizJ
“Tuncay
Özkan” dedim de aklıma geldi. Gerçi bunları Soner Yalçın’a ve Tuncay Özkan’a
yazdım ama bir tek size ifade etmedim : Sizin güler yüzünüz, mülayim
tavırlarınız, ekrandan bize yansıyan yumuşak ses tonunuza dayanarak sizi
kendime çok yakın hissetmişim. (tabii bir de bunları eşinize -sevgili Gülşah
hanıma- sormak lazım der annem, dışarda hep böyledir bu erkek milleti ama eve
girince aslan kesilir diye - allah rahmet eylesin - babama hep laf sokardıJ) Bu yakınlığı siz de
hissedebilmişsiniz ki cevabınızda içten olduğumu vurgulamışsınız. İşte size
yazarken benim kelimelerim su gibi akıp gidiyor. “Ne yazsam?” diye düşünmüyorum.
Zaten dört ya da beş mektup (kaç oldu bilmiyorum) öyle zorlamayla yazılmaz, bir
yerde mutlaka tıkanırdı. Oysa ki Tuncay Özkan’a şimdiye kadar iki tane
yazabildim. Dedim ki ona “size yazarken ben korkuyorum. Bir yerlerden çıkıp da,
o mitinglerdeki gibi ellerinizi kollarınızı sallaya sallaya, “ne yapıyorsun,
böyle olur mu?” diye soru soracaksınız gibi geliyor, kendimi sözlüye kalkmış
çocuklar gibi hissediyorum” Sonra devam ettim. “Ama üzülmeyin sevgili Tuncay
Özkan, Balbayımı da kıskanmayın, sizden kötüleri de var. Mesela Soner YalçınJ Ondan daha da korkuyorum,
kilitleniyorum ona yazarken. Ancak bir tane mektup yazabildim ona henüz. Artık
sebebi kitaplarının ağırlığından mıdır, yoksa Samizdat idi, Efendi idi, Bay
Pipo idi, Cüneyt Ersever’di MİT ilişkilerinden midir, yoksa ekranlarda fazla
görünmediğinden hatta hatta ses tonunu bile bilmediğimden midir nedir? İşte
böyle Balbay Ağabeyciğim, siz benim ilk okul öğretmenlerim kadar kendimi yakın hissettiğim
bir kişisiniz. Tuncay Özkan tatlı – sert, lisedeki matematik hocam. Soner
Yalçın ise odasına girmeye bile çekindiğim – hatta amfide kaldırmasın diye en
arkalara saklandığım iktisat prof’umJ Ama hepinizi ayrı ayrı çok seviyorum
! Çaktırmayın sizi daha fazlaJ
Şu anda
saat İzmir’de 23.35 06/8/12 (yemek yapamadım sadece ütülerimi bitirdim, evi
toplayacak gücüm kalmadı, kalan vakti size ayırmak istedim) bağdaş kurdum,
size yazıyorum, tabiri caizse kafamı
dağıtıyorum. Son üç gün yine bizim şirket olaylıydı. Cuma günü öğleden sonra
belirsiz süreli iş sözleşmesi diye tamamen işveren lehine bir takım şartlar
içeren belge dağıttılar, bunları imzalamak zorundaymışız. Ben de
imzalamayacağımı yüksek sesle dile getirdim. Bunu yaparken de çok sinirlendim.
Ne yani biz Gazap Üzümleri miyiz? Köle miyiz? Tam da bu aralar Che Guevera’nın
biyografisini okuyorum, inanılmaz devrimci zihniyetteyim. Normalde de
haksızlıklara tahammül edemem, bir de üstüne böyle hayatlar okuyunca inanın
kendi hayatımın anlamı kalmıyor, “insanlar neler başarıyor, ben nerelerdeyim?”
diye sorgulamaktan mutsuz oluyorum, hayatın anlamını tüketiyorum. Birkaç kişi
bana danıştı, ben de imzalamamalarını, bunun tamamen aleyhimize olduğunun açık
olduğunu söyledim. Ancak şirkette yönetim kademesinde babası bulunan elemanlar
da var ve bunlar imzalamışlar. “Nasılsa babamız var, bize bir şey olmaz”
diyorlar. Sonra bunları ikna etmeye çalıştım. “Siz birer işçisiniz, babanızla
sermayedar mı olduğunu zannediyorsunuz, yarın babanız ölse (benim gibi) ne
yapacaksınız, siz bir bireysiniz, kendinizi kendiniz koruyabilirsiniz,
geleceğinizi ipotek altına almayın” dedim. Artık ne olduysa bunlar imzalarını
geri aldılar. Ben tez canlıyımdır bir de hemen müdüre gittim, (o geçenlerde
despotsunuz, interneti denetime – kotaya alıyorsunuz dediğim müdüre) Beni ikna
etmeye çalıştı, “yürürlüğe koymayacağım, özlük dosyan için olacak mecburum”
dedi. Ben de “mecbursanız, karşılıklı haklarımızı koruyan bir sözleşme yapalım
ya da ben bu şartlarda imzalamam” dedim. Ama bunu yaparken inanılmaz da
korkuyorum elimde değil. Araya hafta sonu girdi, ben avukat arkadaşlarımdan
bilgi aldım. Kendime bir yol haritası belirlemeye çalışıyorum. Bu arada annem
bana itaat etmeyi öneriyor. Bir de onunla kavga ettim. Zaten babam öldükten
sonra sırtım boşta kaldı, kendimi çok korunmasız ve savunmasız hissediyorum. Ev
kirasını bir sonraki ay çalışmasam nasıl öderim, annemin kendi evi ve babamdan
kalan emekli maaşı var ama benim ne evim var, ne de garanti bir maaşım.. Geçim
derdi, büyük şehir vs…Annem bu düzeni devam ettirebilmem için benim sesimi
çıkarmamamdan yana. “O zaman neden beni bu şekilde yetiştirdin, neden
haksızlıklarla mücadele etmemi öğütledin, neden hakkımı aramamı söyledin?”
diyorum, kem küm – “ekonomik olarak ne yaparız, her yer aynı, gideceğin yer
bundan daha mı iyi olacak?” diye hala bana maval okuyorL Tamam kendi açısından haklı ama bu
şekilde bir düşünce tarzı ile sizleri savunmamızın bir anlamı kalmaz. Zira bir
nevi muhalefetten kendi çıkarlarımız uğruna uzaklaşıp biz de “yandaş” gibi davranmaya
başladığımızda -bir nevi Ertuğrul Özkök olduğumuzdaJ- bu kadar okuduğumuz kitap, düzene
karşı bu kadar eleştirimiz anlamsız kalır değil mi? İnsanın ilk önce kendi
hayatında cesaretli olması, düşündüklerini ilk önce kendi hayatında uygulaması
gerekmez mi? Ben böyle söyleyince “sen hangi devirdensin, romantik misin?” diye
dalga geçiyorlar. İnan Mustafa Ağabeyciğim bazen kadın milletinden illallah
diyorum yaniJ
Kızlar için babaların anlamı daha büyüktür ya, keşke babam yaşasaydı, hasta
yatağında bile bana “paran var mı kızım?” diye soruyordu benim canım
babam…Güvendi o benim için, dayanaktı… Bazen çok yoruluyorum hayattan, “nereye
kadar?” diyorum, “kimin için?” diyorum, öyle bir kapitalist ve faşist sistem
kurulmuş ki isyan ediyorum.. O anlarda sizi düşünüp güç buluyorum ! Aslında
benim hayalim gazeteci olmaktı biliyor musun Balbay Ağabeyim, savaş muhabiri
olmak istiyordum. Ama annem “ne işin var iletişimde, okutamayız seni, dosdoğru
bir şey yaz” dediği için korkup İİBF yazdım. Hani demişsiniz ya, hapishanelerde
yatan mahkumlardan size gelen mektuplar “halden anlarsın” diye başlıyor.. Ben
de bunları niye anlattım bilmiyorum, sanırım halden anlarsın diye…
Sanırım bu kadar dert ile hücrene
açmış olduğumuz yeni pencereyi kapadımJ Umarım bundan sonraki mektubuma daha
olumlu şeyler yazarım, umarım bundan sonraki mektubumda işverene boyun eğmemiş,
işsiz değil ama hala bir “çalışan” olurum. Umarım bu arada sizden yine beni
sonsuz mutluluklara sevk edecek bir mektup daha alırım… İzmirin ılık
rüzgarlarından bir demet yolluyorum size, yakalayabilmeniz dileği ile… Geleneği
bozmayalım, yine şiirle bitirelim. Bu sefer Necati Cumalı’dan… (Uçanalı
Zülfükar Bey’e ağıt)
Varmayın üstüme yeter, beni
söyletmeyin
Ben birilim dost kim, düşman kim
Bilirim kim sinsi adımlarla peşimde
gezer de
Göz göze gelince başını eğer…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder