Hakkımda

Uzun yıllardır yalnız birinin hikayeleridir bunlar. Kendinizden birşeyler bulmanızı dilerim.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

G Noktası -8-

Bugün bana bu şarkıyı açtın :


Yağmur ağlıyor ikimiz için,
Hem ağlıyor hem siliyor maziyi
Kaderimdin, hayâl oldum şimdi,
Aşkımız bitti masallar gibi

Kıymetini bilemedim,
Seni nasıl çözemedim
Bugün resmini indirdim duvardan,
Duvar ağladı ben ağladım

Kar çiçekleri gibisin temiz,
Sende bulmuştum aşkı ben henüz
Son bir buse ver hatıra kalsın;
Sen yokken gönlüm yanımda sansın...

Sonra dayanamadın öğlen yanıma geldin. Kucaklamak için hamle yaptın ama korkumdan tuttum seni... Aslında nasıl içim gidiyor ama... Benim üzülmeme dayanamadın beraber gözlük seçmeye gittik. Sonra Ali Galip'te dondurma ve limonata içtik. Aslında içimin bu kadar tatlıyı kaldırmayacağını biliyordum ama seni kırmamak için yedim:) İçimin bayan sen ol diye:)

Silivri'ye Mektuplar -9-


                                              09/8/12
Özlenen Mustafa Ağabeyim;
Sana hemencecik, acele acele mektup yazmaya koyuldum. 22-24 Ağustosta İstanbula geleceğim ancak ne gün duruşma olduğuna dair bilgi alamadım. Ulusal Kanalı aradım. Onlar İşçi Partisine yönlendirdiler. 15 gündür dönüşlerini bekliyorum hala cevap gelmedi. Bu sabah Cumhuriyeti aradım. Onlar hukuk bürosuna aktardılar. Hukuk Bürosu avukatlarınızın telefonunu verdi. Nihayet Oktay Yılmaz bey ile görüştüm. Kendisi duruşma tarihlerinin 17 Ağustos Cuma günü belli olabileceğini, tekrar aramamı istedi. “Duruşmalar çok kalabalık olduğu için görüşmek zordur, çarşambaları görüş günü, o şekilde direkt kimliğinizle görüşebilirsiniz.” dedi. Ancak gelmeden önce size sormak istedim. Görüş günlerinde aileniz, okurlarınız, avukatlarınız vs… çok kalabalık oluyorsa sizi meşgul etmeyeyim, duruşmaya geleyim. Siz beni yönlendirir misiniz? Umarım bu mektuba cevap verirsiniz, o da benim elime geliş tarihimden önce geçer…Eğer görüşmek mümkün olursa size terazi getirmek istiyorum hediye olarak. Ne kadar adalete muhtaç olduğumuzun göstergesi olarak….
Not : Sen bana bakma, ben senin baktığın yönde olurum….
Kocaman sevgilerimle

7 Ağustos 2012 Salı

Silivri'ye Mektuplar -8-


                                   07/8/12
Aklımın gülen yüzü, umudum sevgili Balbay Ağabeyim;
Bu mektup umarım doğum günün olan 08 Ağustosta eline geçer.  Öncelikle nice yıllar diliyorum sana, mutlu, sağlıklı, huzurlu,  ailenle,  bizlerle, ülkenle…  İYİ Kİ DOĞDUN, İYİ Kİ VARSIN…Taa uzaklardan, zindanlardan bile bana umut veriyorsun…  Keşke elimde olsa bir pasta ile Silivri’de kutlayabilsem bu özel günü ama sadece uzaklardan bir şarkı gönderiyorum hediye olarak beğenirsin umarım. Hatta bu şarkıyı seninle şarkımız ilan ediyorumJ Ahmet Kaya’dan Doğumgünü…
İnsanların yüzlerini göremiyorum/ Boğazım düğüm düğüm, çözemiyorum/ İstesem de yanına gelemiyorum/ Tutsam şu karanlığı, tutsam da yırtsam/ Ah elim tutuşmasa elini tutsam / Susmasan konuşsan, sesini duysam / Tutsam güzel yüzünü, bağrıma bassam / Doğum günüm bugün, doğum günüm gülüm, doğum günüm diyorsun / Doğum günün kutlu olsun, mutlu ol senelerce / Sana boncuktan kuş yaptım, konacak pencerene / Karakollar beni alır sorgular gecelerce / Hiç bekleme belki gelmem, gelemem senelerce… (burayı ben şöyle değiştiriyorum:  Hep beklerim , bekliyorum çıkacaksın hemence…)
            Başarının annesi – babası çoktur, başarısızlıklar ise öksüz ve yetimdir derler ya.. Sizin gibi çok önemli bir kişiden bana yanıt geldiğini duyan yakın çevrem hemen bu başarıdan kendisine pay çıkardıJ Öncelikle sekreter ablam (aslında ismi ... ama nüfustaki yazım yanlışını düzeltmemekte ısrarlı) hemen size yazmaya koyuldu. (Tabii buna biraz ben de etki etmiş olabilirim, inanın siz daha çok kişiden mektup alın, biraz olsun kafanız o Silivri zindanından uzaklaşsın diye ne yapacağımı şaşırıyorum bazenJ) Belki mektubu gelmiştir çoktan size. Ardından yakın arkadaşlarım onlar da yazmaya heveslendiler. Ardından da annem ve kardeşim “biz de yazalım, demek ki mektuplar ulaşıyor” dediler. En son olarak da bu mektupları size atan ve karşıt görüşten olmasına rağmen artık yapılan haksızlıklardan dolayı iyice tepkili hale gelen iş arkadaşım Y....… (Ona “mektupları atıyor musun?” diye sorduğumda, “evet ama sokağa atıyorum – postaneye değil” diye beni korkutuyorduJ) Şimdi de “ben bu mektupları atmasam, sana nereden cevap gelecekti” deyip bu başarıdan kendisine de pay çıkardı. Sanki bunları yazan, sizin okuduğunuzu ümit eden benim hiç payım yok gibi olduJ Neyse, sizi ne kadar çok kişiye ulaştırabilirsem o kadar başarı benim için. İnanmazsınız Y.... ilk başlarda “bir suçları olmasa içeride olmazlardı” diyordu. Şimdi ise akşamları eve gidip sizin biyografinizi okuyormuş, sizi araştırmaya başladı, suçsuz olduğunuz konusunda bir fikre sahip olacak kadar okuyamamış ama bana dedi ki “sen inanıyorsan ben de inanıyorum onun suçsuz olduğuna” Bu bile benim için, sizin için büyük başarı diye düşünüyorum. Zülfü Livaneli’ye ithafen: Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey !
            Ülkemizdeki insan ortalamasını düşündüğümde bu tablonun şaşırtıcı olmaması beni üzüyordu açıkçası. Ülkemde hiç mi gerçekleri gören insanlar yok diye ama…Geçen gün bir mail geldi, şöyle diyordu: “Aslında biz çoğunluktayız. Anıtkabir ziyaretçi sayısının kaldırılması, Atatürkçülerin içeri alınması, kilit adamların susturulması hep bu çoğunluktan… Anket anket deyip %50 diyorlar, siz hiç bugüne kadar bir kez bile olsa bu anketörlere rastladınız mı?”Evet ben rastlamadım gerçekten. Demek ki dedim, yapılmak istenen bizim kendimize güvenmememizi, kendimizi azınlıkta hissetmemizi sağlamak. Hemen buradan sevgili Tuncay Özkan’a sormak lazım: Biz kaç kişiyizJ
            “Tuncay Özkan” dedim de aklıma geldi. Gerçi bunları Soner Yalçın’a ve Tuncay Özkan’a yazdım ama bir tek size ifade etmedim : Sizin güler yüzünüz, mülayim tavırlarınız, ekrandan bize yansıyan yumuşak ses tonunuza dayanarak sizi kendime çok yakın hissetmişim. (tabii bir de bunları eşinize -sevgili Gülşah hanıma- sormak lazım der annem, dışarda hep böyledir bu erkek milleti ama eve girince aslan kesilir diye - allah rahmet eylesin - babama hep laf sokardıJ) Bu yakınlığı siz de hissedebilmişsiniz ki cevabınızda içten olduğumu vurgulamışsınız. İşte size yazarken benim kelimelerim su gibi akıp gidiyor. “Ne yazsam?” diye düşünmüyorum. Zaten dört ya da beş mektup (kaç oldu bilmiyorum) öyle zorlamayla yazılmaz, bir yerde mutlaka tıkanırdı. Oysa ki Tuncay Özkan’a şimdiye kadar iki tane yazabildim. Dedim ki ona “size yazarken ben korkuyorum. Bir yerlerden çıkıp da, o mitinglerdeki gibi ellerinizi kollarınızı sallaya sallaya, “ne yapıyorsun, böyle olur mu?” diye soru soracaksınız gibi geliyor, kendimi sözlüye kalkmış çocuklar gibi hissediyorum” Sonra devam ettim. “Ama üzülmeyin sevgili Tuncay Özkan, Balbayımı da kıskanmayın, sizden kötüleri de var. Mesela Soner YalçınJ Ondan daha da korkuyorum, kilitleniyorum ona yazarken. Ancak bir tane mektup yazabildim ona henüz. Artık sebebi kitaplarının ağırlığından mıdır, yoksa Samizdat idi, Efendi idi, Bay Pipo idi, Cüneyt Ersever’di MİT ilişkilerinden midir, yoksa ekranlarda fazla görünmediğinden hatta hatta ses tonunu bile bilmediğimden midir nedir? İşte böyle Balbay Ağabeyciğim, siz benim ilk okul öğretmenlerim kadar kendimi yakın hissettiğim bir kişisiniz. Tuncay Özkan tatlı – sert, lisedeki matematik hocam. Soner Yalçın ise odasına girmeye bile çekindiğim – hatta amfide kaldırmasın diye en arkalara saklandığım iktisat prof’umJ Ama hepinizi ayrı ayrı çok seviyorum ! Çaktırmayın sizi daha fazlaJ
            Şu anda saat İzmir’de 23.35 06/8/12 (yemek yapamadım sadece ütülerimi bitirdim, evi toplayacak gücüm kalmadı, kalan vakti size ayırmak istedim) bağdaş kurdum, size  yazıyorum, tabiri caizse kafamı dağıtıyorum. Son üç gün yine bizim şirket olaylıydı. Cuma günü öğleden sonra belirsiz süreli iş sözleşmesi diye tamamen işveren lehine bir takım şartlar içeren belge dağıttılar, bunları imzalamak zorundaymışız. Ben de imzalamayacağımı yüksek sesle dile getirdim. Bunu yaparken de çok sinirlendim. Ne yani biz Gazap Üzümleri miyiz? Köle miyiz? Tam da bu aralar Che Guevera’nın biyografisini okuyorum, inanılmaz devrimci zihniyetteyim. Normalde de haksızlıklara tahammül edemem, bir de üstüne böyle hayatlar okuyunca inanın kendi hayatımın anlamı kalmıyor, “insanlar neler başarıyor, ben nerelerdeyim?” diye sorgulamaktan mutsuz oluyorum, hayatın anlamını tüketiyorum. Birkaç kişi bana danıştı, ben de imzalamamalarını, bunun tamamen aleyhimize olduğunun açık olduğunu söyledim. Ancak şirkette yönetim kademesinde babası bulunan elemanlar da var ve bunlar imzalamışlar. “Nasılsa babamız var, bize bir şey olmaz” diyorlar. Sonra bunları ikna etmeye çalıştım. “Siz birer işçisiniz, babanızla sermayedar mı olduğunu zannediyorsunuz, yarın babanız ölse (benim gibi) ne yapacaksınız, siz bir bireysiniz, kendinizi kendiniz koruyabilirsiniz, geleceğinizi ipotek altına almayın” dedim. Artık ne olduysa bunlar imzalarını geri aldılar. Ben tez canlıyımdır bir de hemen müdüre gittim, (o geçenlerde despotsunuz, interneti denetime – kotaya alıyorsunuz dediğim müdüre) Beni ikna etmeye çalıştı, “yürürlüğe koymayacağım, özlük dosyan için olacak mecburum” dedi. Ben de “mecbursanız, karşılıklı haklarımızı koruyan bir sözleşme yapalım ya da ben bu şartlarda imzalamam” dedim. Ama bunu yaparken inanılmaz da korkuyorum elimde değil. Araya hafta sonu girdi, ben avukat arkadaşlarımdan bilgi aldım. Kendime bir yol haritası belirlemeye çalışıyorum. Bu arada annem bana itaat etmeyi öneriyor. Bir de onunla kavga ettim. Zaten babam öldükten sonra sırtım boşta kaldı, kendimi çok korunmasız ve savunmasız hissediyorum. Ev kirasını bir sonraki ay çalışmasam nasıl öderim, annemin kendi evi ve babamdan kalan emekli maaşı var ama benim ne evim var, ne de garanti bir maaşım.. Geçim derdi, büyük şehir vs…Annem bu düzeni devam ettirebilmem için benim sesimi çıkarmamamdan yana. “O zaman neden beni bu şekilde yetiştirdin, neden haksızlıklarla mücadele etmemi öğütledin, neden hakkımı aramamı söyledin?” diyorum, kem küm – “ekonomik olarak ne yaparız, her yer aynı, gideceğin yer bundan daha mı iyi olacak?” diye hala bana maval okuyorL Tamam kendi açısından haklı ama bu şekilde bir düşünce tarzı ile sizleri savunmamızın bir anlamı kalmaz. Zira bir nevi muhalefetten kendi çıkarlarımız uğruna uzaklaşıp biz de “yandaş” gibi davranmaya başladığımızda -bir nevi Ertuğrul Özkök olduğumuzdaJ- bu kadar okuduğumuz kitap, düzene karşı bu kadar eleştirimiz anlamsız kalır değil mi? İnsanın ilk önce kendi hayatında cesaretli olması, düşündüklerini ilk önce kendi hayatında uygulaması gerekmez mi? Ben böyle söyleyince “sen hangi devirdensin, romantik misin?” diye dalga geçiyorlar. İnan Mustafa Ağabeyciğim bazen kadın milletinden illallah diyorum yaniJ Kızlar için babaların anlamı daha büyüktür ya, keşke babam yaşasaydı, hasta yatağında bile bana “paran var mı kızım?” diye soruyordu benim canım babam…Güvendi o benim için, dayanaktı… Bazen çok yoruluyorum hayattan, “nereye kadar?” diyorum, “kimin için?” diyorum, öyle bir kapitalist ve faşist sistem kurulmuş ki isyan ediyorum.. O anlarda sizi düşünüp güç buluyorum ! Aslında benim hayalim gazeteci olmaktı biliyor musun Balbay Ağabeyim, savaş muhabiri olmak istiyordum. Ama annem “ne işin var iletişimde, okutamayız seni, dosdoğru bir şey yaz” dediği için korkup İİBF yazdım. Hani demişsiniz ya, hapishanelerde yatan mahkumlardan size gelen mektuplar “halden anlarsın” diye başlıyor.. Ben de bunları niye anlattım bilmiyorum, sanırım halden anlarsın diye…           
Sanırım bu kadar dert ile hücrene açmış olduğumuz yeni pencereyi kapadımJ Umarım bundan sonraki mektubuma daha olumlu şeyler yazarım, umarım bundan sonraki mektubumda işverene boyun eğmemiş, işsiz değil ama hala bir “çalışan” olurum. Umarım bu arada sizden yine beni sonsuz mutluluklara sevk edecek bir mektup daha alırım… İzmirin ılık rüzgarlarından bir demet yolluyorum size, yakalayabilmeniz dileği ile… Geleneği bozmayalım, yine şiirle bitirelim. Bu sefer Necati Cumalı’dan… (Uçanalı Zülfükar Bey’e ağıt)

Varmayın üstüme yeter, beni söyletmeyin
Ben birilim dost kim, düşman kim
Bilirim kim sinsi adımlarla peşimde gezer de
Göz göze gelince başını eğer…

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Silivri'ye Mektuplar -7-


Ülkemin “akciğeri”, sevgili Soner Yalçın’a…
Bu size ilk mektubum. Teknolojinin e-mail ve telefon dayatmalarının altında sevgili Mustafa Ağabeyimin (Balbay) “Gülümsemek Direnmektir” kitabını okuyana kadar sizlere mektupla ulaşabileceğimi fark edememiştim. Neyse ki, geç de olsa bu durumu telafi etmeye başladım. Önce Mustafa Ağabeyime, sonra Tuncay Özkan’a ve şimdi de size satırlarımla ulaşmaya, ruhumla destek olmaya çalışıyorum. Çok düşündüm; bugüne kadar kitaplarınızın birçoğunu okumama, size sonsuz güvenmeme, odatv’nin sıkı takipçisi olmama rağmen “acaba neden size en sona bıraktım, önceliği Balbay ve Tuncay Özkan’a verdim?” diye… Hadi sizi biraz güldüreyim J Size karşı inanılmaz bir çekingenlik ve tutukluk yaşıyorum. Tabiri caizse “ödüm kopuyor”J Bunu da -haklı sebeplerinizi bilerek- ekranlarda olmamanıza bağladım. Tuhaf bir şekilde tv insanları bize aşina hale getiriyor ya…Oysa ART’deki programlarından Balbay’ın gülen yüzüne, zeki esprilerine, mülayim ses tonuna alışkınız. Adeta evimizin bir üyesi gibi o. Bu nedenle Balbaya yazarken cümlelerim su gibi akıp gidiyor, sayfalarca yazıyorum. Sağolsun karşılık da verdi mektuplarıma. Nasıl bir mutluluktur anlatamam sevdiği ve ulaşamayacağını düşündüğü bir kişiden mektup almak biz sade vatandaşlar için. Hatta mutluluktan ağladım o el yazısını görünce. Bu yakınlığa istinaden ona çekinmeden yazabilmişim.
Balbayım bu şekilde. Tuncay Özkan’a gelince, onu da çok çok severim, tv programlarına, mitinglerdeki coşkulu konuşmalarına şahit olmuşumdur ama onun coşkulu konuşması, ellerini – kollarını sallaya sallaya açıklaması (maço tavırları) beni bilinçaltımda korkutmuş. Ona yazarken bir yerden çıkıverecek ve “neden bunu yazdın, hiç olur mu?” diye hesap soracakmış gibi geliyor. Kendimi lisede sözlüye kalkmış çocuklar gibi hissediyorumJ Bu durumda Balbay bana ilkokul öğretmenlerim kadar yakın, Tuncay Özkan lisedeki matematik öğretmenim gibi tatlı-sert ve siz ise üniversitedeki Proflarım kadar sert görünüyorsunuzJ Umarım sizinle de bu sıcaklığı ve iletişimi yakalayabileceğiz, umarım siz de bana değerli zamanınızdan bir parça ayırabilirsiniz..Ayırmasanız da canınız sağolsun, ben size yazmaya devam edeceğim.
“Kimse yok mu?” diye ettiğiniz feryadı okuyunca içim parçalandı. Ne zamandır başlayıp başlayıp bitiremediğim mektubumu artık tamamlamanın ve göndermenin zamanının geldiğini gördüm. Kimse yok mu? Var ! Biz varız, ben varım!
Son kitabınız Samizdat’ı henüz okuma fırsatım olmadı. Zira kitabınız evde “paylaşılamayanlar” listesinde ilk sıradaki yerini koruyor. Arabayı bile paylaştık ama kitabı paylaşamıyoruzJ Hikayesi biraz acıklı. Samizdat’ı dayım almıştı Nisan ayında ve bana ne demektir diye sordu. Ben bilemedim, anlattı sözlük anlamını. Ben de ondan öğrendim ve bitirince bana vermesini söyledim. Ne yazık ki ertesi gün kalp krizi geçirdi ve bir hafta yoğun bakım sonucunda vefat etti. Küçük bavulunu açtığımızda en üstte sizin kitabınızı gördüm. Bitirmek kısmet olmamıştı onaL Kitabı hatırası olduğu için annem aldı hemen ve ben okuyacağım dedi. Cenaze işlemleri ve bir sürü gelen gidenin ardından biraz geç de olsa başlayabildi ve sürekli belge koymuşsunuz sanırım, biraz ağır olduğu gerekçesiyle iki ayda bitirdi. Şimdi kitabınız boşa çıktı ve nihayet okuma sırası bana geldiJ Bu arada ben de Che Guevera’nın biyografisini almıştım. Onu bitirince hemen sizinkine geçeceğim. O arada kitabı başka biri (kardeşim) yürütmezse tabiiJ
İşte böyle Soner Yalçın’ım… Samizdat, siz ve dayımın son sorusu benim hayatımda tuhaf bir şekilde birleştiniz. Birleşmeseydiniz de önemliydiniz bizim için zaten. Gündemdeki olayları anlayamadığımızda ya da gündem değiştirildiğini, dezenformasyon yapıldığını, kamuoyu oluşturulmaya çalışıldığını düşündüğümüzde bizim ailede şöyle deriz: “Yorum yapmayalım, Soner Yalçın yazsın, okuruz, nasılsa o en doğrusunu yazar.” Bu ne büyük bir güven düşünebiliyor musunuz? Hiç tanımadığımız bir insana, tüm fikirlerinin altına gözü kapalı imza atacak kadar güveniyoruz biz size. Dedim ya en başta, siz benim çekindiğim ama düşüncelerine yargılamadan inandığım PROF’umsunuzJ
Tecritte tutulduğuzun, su kesintileri ile modern işkencelere maruz kaldığızın farkındayız. Bunlara rağmen bizler için sağlam olmak zorundasınız. Ben buradan size destek olmaya devam edeceğim. Oğlunuz için, sevdikleriniz için, okurlarınız, sizi sevenler için sadece ve sadece ben kalsam bile, benim için oradan sağlam çıkacağınıza inanmak zorundasınız. İnancımızı kaybetmemizi istiyorlar, o zaman gerçekten tutsaklaştıracaklar sizi, bizi. Siz boşverin mahkemelerin tutsaklıklarını, bizim gönlümüzde özgürsünüz. Oysa bir de tam tersi olanlar var. Mahkemelerin özgür bıraktıkları ama bizim vicdanlarımızda tutsak olanlar ! Gerçek hakim zamandır ve zaman gösterecek kimlerin haklı olduğunu.
Satırlarıma, size karşı olan çekingenliğimi hala atamadığımın ve istediğim kadar içten yazamadığım farkında olarak son veriyorum. Yine de mektubumun kalbimden çıkmıştır, kabul etmeniz dileği ile… “Gavur İzmir”den kucak dolusu sevgiler….
(Bu arada Silivri’ye gönderdiğim her mektubu şiirle bitiriyorum. Size bu şiiri gönderiyorum, hicivin güzel örneklerinden, umarım beğenirsiniz)

SİZİNKİ TATLI CAN DA

Görmüyoruz sanmayın iç yüzünü işlerin,
O doğru duruşların, o eğri gidişlerin,
Neler çiğnediğini hiç durmadan dişlerin,
Ne yolda olduğunu o yaldızlı fişlerin,
Biliriz yenileni kuzu mudur, tavşan mı?
Sizinki tatlı can da bizimki patlıcan mı?

Sizler de bizdendiniz, ne çabuk ayrıldınız?
Her biriniz en yüce yerlere kayrıldınız,
Kiminiz doğruldunuz, kiminiz eğrildiniz,
Böylece zevk içinde yaşarsınız, yalan mı?
Sizinki tatlı can da bizimki patlıcan mı?

Ne sorulur bilseydik, amcamız, dayımız mı?
Değilse nemiz eksik aklımız, boyumuz mu?
Yoksa beğenilmeyen bir kötü huyumuz mu?
İnanımız mı bozuk, kanımız, soyumuz mu?
Bizim kanımız başka, sizinki başka kan mı?
Sizinki tatlı can da bizimki patlıcan mı?

Bizler de sizin gibi yorulmak istiyoruz,
Divanda, encümende kurulmak istiyoruz,
İnsanlar sırasında görülmek istiyoruz,
Kırk yıl posteki gibi sürünen de insan mı?
Sizinki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?

Süründük bu kadar yıl Aydın'da, Muş'da, Van'da,
Kahve gibi kavrulduk, dövüldük bu havanda,
Şöyle bir yaşamadık Karlisbat'da, Lozan'da,
Fakat arılar gibi çalıştık bu kovanda,
Balı, kaymağı sizin, bize acı soğan mı?
Sizinki tatlı can da, bizimki patlıcan mı? 


NAMDAR RAHMİ KARATAY

2 Ağustos 2012 Perşembe

Silivri'ye Mektuplar -6-


        01/8/12
Kendini bizim için ateşlere atan sevgili Tuncay Özkan’a…
Bugün yeni bir ayın başlangıcı ve ben bu yeni aya ümitlerimi koruyarak (her ne kadar, geçtiğimiz hafta yapılan son duruşmada 3.Yargı Paketi kapsamında serbest bırakılmamanız bizi derinden etkilese de…) girmek istiyorum. Çünkü ben de kendi hayatım ve ülkenin gidişatı ile ilgili moral bozukluğu yaşarken dün beni inanılmaz mutlu edecek bir olay oldu : Balbaydan bana mektup geldi. Siz, hücrede mektuplara nasıl seviniyorsanız, biz de sizler gibi büyük adamlardan mektup alınca aynı duyguyu, coşkuyu yaşıyoruz. Benim için tarifi imkanız bir mutluluktu, inanın gözlerim doldu, ellerim titredi. Defelarca okudum mektubu… Balbayın o değerli zamanından bana ayırıp da yazması benim umudumu yeniden kazanmama sebep oldu.. Umarım sizden de birgün bir cevap alma şansına erişirim:)
Size bir itirafta bulunayım mı? Balbay’a gayet samimi ve akıcı bir şekilde yazarken size gelince benim aklım kesintiye uğruyor. Halbuki ikinizi de çok severken nasıl oluyor da duygularımı ifade etmekte zorlanıyorum, anlayamıyorum. Örneğin, Balbay’a bugüne kadar 4 mektup yazdım. Size bu ikinci mektubum. Ona sayfaları kolayca doldurabiliyorum; sizde  kilitleniyorum. Bunu çok düşündüm inanın, sebebi nedir diye… Sanırım kişilikleriniz nedeniyle. Biraz güldüreyim sizi, sizin o meydanlardaki ellerinizi kollarınızı sallaya sallaya yaptığınız konuşmalar – meydan okumalar  (tabir-i caizse maço tavırlarınız) beni bilinçaltında inanılmaz korkutmuş:) Sanki size yazarken öğretmenimle sözlüdeymiş gibi diken üstünde oluyorum. Şimdi bir yerden çıkıp o gür sesinizle “ne yapıyorsun, böyle olur mu?” diye soracaksınız gibi geliyor. Balbay -tv’den bize yansıdığı kadarıyla- mülayim birisi olduğu için onunla daha rahat yazıştığıma karar verdim. Siz şimdi kendinizi kötü hissetmeyin sizden kötüleri de varJ Mesela Soner Yalçın ! (Bu arada oda arkadaşınız Barış Bey -Terkoğlu mu Pehlivan mı karıştırıyorum ben onları-, çok çok selamlarımı iletin) Soner Yalçına inanılmaz hayran ve kitaplarının sıkı takipçisi olduğum halde ona daha bir mektup bile yazamadım. Ondan sizden çekindiğimden daha daha çok çekiniyorum. Siz benim gözümde lisedeki tatlı sert öğretmenimseniz, o bana üniversitedeki proflarım kadar uzak:) Ama ne olursa olsun, size olan çekingenliğimi yeneceğime inanıyorum. Size daha rahat ve daha uzun mektuplar yazacağımı düşünüyorum.  Umarım birgün Soner’e de yazma cesaretini gösterebilirimJ
Son olarak web sitenizden sizi ve haberlerinizi takip ediyorum. Balbayın da web sitesi açıldı ama sonra kapandı. Çöktü mü, çökertildi mi bilmiyorum, bu konuda tübitak raporlarını bekliyoruz:) Sizin siteniz sapasağlam yoluna devam ettiği için sizi kutluyorum, teşekkür ediyorum.
Kısmetse 22-24 ağustosta yıllık izine çıkacağım ve İstanbula gelmeyi planlıyorum. Eğer gelirsem mutlaka ama mutlaka Silivri’ye sizin yanınıza uğramak istiyorum. Bunun için prosedür nasıl işler araştırıyorum. Ne kadar korksam da sizden, umarım karşılaşma cesaretini gösterebilirimJ Sizi çok çok seviyorum Tuncay Ağabeyciğim, nolur kendinize dikkat edin. Umutlarınızı her daim koruyabilmeniz ve bir an önce dışarı sapasağlam çıkabilmeniz dileğimle…
Mektubuma bir şiirle son vermek istiyorum. Hicivin en güzel örneklerinden biri ile, biraz olsun yüzünüzü gülümsetebilmek dileği ile…

Salla Başı Al Maaşını

Ey inleyen zavallı bulmuşsun kırk yaşını
Kazanmak istiyorsan bu hayat savaşını
Yemelisin hakikat denen zehir taşını

Ne derlerse hu deyip hemen salla başını
Gerdan kır belini bük, her ay al maaşını

Tatar ağası gibi öyle dolaşma yaya
El oğluna baksana ne ar kalmış, ne haya
Sen de bulup bir dayı hemen arkanı daya

O ne derse hu deyip hemen salla başını
Gerdan kır belini bük, her ay al maaşını

Kör kadıya şehla de, incitme düztabanı
Düşküne ver nasihat, kodamana arkanı
Zengin ol, sen de aşır her dağdan arabanı

Tekerine taş korlar sallamazsan başını
Dilini tut uslu dur, her ay al maaşını

Bir kalantor görünce yerlere kadar ğil
El pençe ol, divan dur, bu şerefsizlik değil
Uşaklığı meziyet, riyayı fazilet bil

Kim ne derse hu deyip hemen salla başını
Gerdan kır belini bük, her ay al maaşını

Şeflerle iyi geçin, amirle bul arayı
Azıcık sen de öğren dalgayı, dubarayı
Bırakıver kanasın vicdan denen yarayı

Ne derlerse hu deyip hemen salla başını
Gerdan kır belini bük, her ay al maaşını

Köpeklerle boğuşma, tepişme hiç katırla
Hamamda kavga olmaz sütübozuk natırla
Kulağına küpe yap, bu sözümü hatırla

Kim ne derse hu deyip hemen salla başını
Gerdan kır belini bük, her ay al maaşını

Diyorlar ki taç bile baş eğilmezse konmaz
Önünde eğilirsen kılıç bile dokunmaz
Dik durdukça bir başa devlet kuşu da konmaz


Bu dünyada kaide sallamaktır başını
Eğil, bükül, gerdan kır, her ay al maaşını

Bir güvercin eder mi atmacalarla yarış
Öğrenmedin dünyayı gezdin de karış karış
Gel vazgeç bu sevdadan, haydi kervana karış

Ne derlerse hu deyip hemen salla başını
Gerdan kır belini bük, her ay al maaşını

Artırmaya konmuştur terfiler maliyede
Bu usülle yapılır terfiler saniyede
Söylesen de faydasız vali-yi Âliyede

En iyisi hu deyip hemen salla başını
Uslu dur dilini tut, her ey al maaşını

İrtikapla irtişa sanma ki güç bir iştir
İlmini bilen için ismi alışveriştir
Usulünü öğren de bu nimetten veriştir

Her lokmada hu deyip hemen salla başını
Uslu dur dilini tut, her ey al maaşını

Bir soğan soyulurken yaşarıyor da gözler
Vatandaş soyulurken aldırmıyor öküzler
Hayâdan eser yoktur nafile bütün sözler

Beyhude inat etme hemen salla başını
Dilini tut uslu dur, zıkkımlan maaşını

Namdar Rahmi Karatay

Silivri'ye Mektuplar -5-



                  31/7/12
Canımın kanayan yarası, benim sevgili Mustafa Ağabeyim;
Bugün bana yazdığın mektubu aldım. Olay şöyle gelişti : Karşı masamda sekreterimiz oturuyor. Postalar ve kargolar ona gelir, o şirket içi dağıtımı yapar. Hep işle ilgili evraklar geldiği için ve açıkçası sizden mektup gelmeyeceği fikrine kendimi alıştırmışken, karşıdan işaret etti. “Gülen gelir misin?, çok önemli” diye… Ben de dedim ki: “Abla telefondayım, 5 dakika sonra geleyim.” Dedi ki: “ama çok önemli.” Dedim ki: “abla ne olabilir ki bu kadar önemli, geleceğim diyorum işteee” hatta bunu biraz sinirlenerek söyledim. O yine gülümseyerek ve ısrarla “ben senin yerinde olsam hemen gelirdim, inan bundan daha önemli hiçbir şey yok şu an” dedi. Ben de hiç abartısız söylüyorum, asık bir suratla (çünkü birkaç gündür moralman çok hassasım ve kendimi çok kötü hissediyordum) “öööfff, abla ya, hat düştü bahanesi ile telefonu kapatıverdim karşıdakinin yüzüne,  geldim işte söyle, ne var?” dedim. O an bana sizin mektubunuzu gösterdi. Veeee şok şok şok…. :) Nasıl bir mutluluktur anlatamam! Gözlerime inanamadım. Beynimden diğer hücrelerime nasıl bir mutluluk hormunu salgılandı onu bile hissedebildim. İnsanın mutluluktan ağlaması nedir, uzun sürelerden sonra bir kez daha tecrübe ettim. Şöyle söyleyeyim Mustafa Ağabeyciğim, ben 2008 yılında babamı kaybettim. Sapasağlam babacığımın hastalığının tespiti ile ölümü arasında 6 ay var, beyin tümörü… O günden sonra hayatımda mutlu olduğum an sayısı bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar az. İnan bana mektubunla, babamla yaşadığım mutluluklar kadar büyük bir mutluluk yaşattın. Ellerim titrediği için mektubunu birkaç saniye açamadım. Bir yandan gözlerimi silerken bir yandan da mektup açacağını titretmeden zarfı açmaya çalışmak nasıl zor zanaat bilemezsin :) Bu arada bunları çığlık atmadan yapıyorum, zira diğer personelin ilgisini çekmesin diye… Neyse, sen yazmışsın ya bana, “mektubunu 2 kez okudum” diye, ben senin mektubunu kaç kez okudum bilmiyorum. Canım sıkıldıkça açıp okuyorum, inan ilk seferki gibi aynı mutluluğu veriyor bana. Utanmasam, çerçeve yaptırıp duvara asacağım. Bilmeni isterim ki, bu mektup benim en değerli hazinem ve günlüklerim arasında ilelebet saklanmak üzere yerini aldı. Hatta yıpranmasın diye, mektubun bir fotokopisini aldım, onu okuyorum, aslına bir şey olmasın, yanlışlıkla üstüne bir şey falan dökülür, o benim evrak-ı metrukem:) Sen bana o değerli zamanını ayırmışsın, Silivri enflasyonuna rağmen bir pul paranı ayırmışsın, mektup yazmışsın ya, inan katrilyon dolarlardan daha değerli benim için…
İmamcan Beyi senin kaleminden dinlemek güzeldi. Kendisinden birkez daha özür diliyorum. Ama utanmıyorum, zira bizi bu hale -isimlerden bile şüphe edecek kadar güvensizleştirecek hale- düşürenler utansınlar. Bu arada polyanna gibi mutlu olacak bir şey buldum kendime. Mektuplarım size ulaşıyor ya, bu ülkede hala demokrasi var diyorum. Mektuplarımın ulaşmadığını düşünüyordum, inan çok mutsuz, çok çaresiz oluyordum o zamanlar.
3. Yargı Paketi kapsamında geçtiğimiz cuma tahliye talepleriniz yine reddedildi. Odatv’den okuduğumuza göre, salon bayağı fazla karışmış. Siz sandalyenin üzerine çıkıp bağırmışsınız “katiller dışarda, vekiller içerde” diye. O sırada hakim sizi atmak istemiş, jandarmalar falan… Ama salondakilerin Gençlik Marşı’nı okumasıyla salondan atılmamışsınız, “dokunma vekilime” diye protesto etmişler izleyiciler. Orada söyledikleriniz çok doğru, herşeyinizi alabilirler ama moralinizi asla alamazlar. Arkanızda size güvenen, -size en az kendisine güvendiği kadar- güvenen insanlar yığını var. Bunlar eninde sonunda sizi serbest bırakacaklar. O zamana değin dışarda vakit bulamadığınız kadar kitap okuma süresi verdiler size, sadece bu. Bu şekilde düşünüyorum. Bu arada yıllık izin tarihim olan 22-24 ağustosta İstanbul’a sizin yanınıza gelmek istiyorum. Bilmiyorum o tarihte duruşma var mı, yoksa görüşme günü müdür, görüşmek için yakınınız mı olmak gerekiyor? Ama araştırıyorum.
“İtaat eken isyan biçer” diye yazmışsınız ya kitabınızda… Şöyle örneklendireceğim doğruluğunu : Çalıştığım şirkette, önceden internet kullanımı serbestti. Sonra günde 30 dakika ile sınırlandı ve üstüne üstlük bazı sitelere hiç giriş iznimiz yok. Mesela, uçak bileti alacağız, ya da bayramda tura çıkacağız, bu tür sitelere kotanızdan bile giremiyorsunuz. Geçen gün müdürüme dedim ki: “AKP hükümeti gibi oldunuz, her yer kamera ile izleniyor, maillerimiz okunuyor, interneti de denetime aldınız, bu kadar baskıcı bir yönetim politikası olmaz!” Bunu nasıl söylediğime ben de şaşırdım açıkçacı, bazen nasıl çıkıyor bilemiyorum ağzımdan kelimeler. Müdürüm bana şakayla karışık “istifanı yaz” diye karşılık verdi. Ama tabii değişen bir şey olmadı yasaklar ve kotalar konusunda. Bu şartlar altında 30 dakika kota ile bir gazetenin bir yazarını ancak okuyabiliriz. Çünkü iş ortamı telefon çalıyor, mail geliyor, kesintiye uğruyor okuduklarımız. Eee, koca gün bu şekilde geçer mi? Geçmez ! Ben de Türk zekamı kullanıp şöyle bir çözüm buldum. Kes – kopyala ile sevdiğim yazarların hepsini bir word dosyasına kaydediyorum ve word dosyasından gün içerisinde hepsini sindire sindire okuyorum. O kadar hızlı bir sürede kopyalıyorum ki bunları… İnanmazsınız daha 25 dakika kotam kalıyor netteJ Ve aslında kotasız zamanda nasılsa gün içerisinde okurum diyerek tembellik ettiklerimi, şimdi ödev gibi algılayıp okumadan eve gitmiyorum. Hürriyetten Yılmaz Özdil ile başlıyorum güne. Ardından Ahmet Hakan ve Ayşe Arman. Bazen İsmet Berkan ve Yonca Tokbaş ve Cengiz Semerci. Ertuğrul Özkök’ü okuyacak kadar vaktim yok, hele ki Suriye röportajını iptal ettikten sonra… Ardından Vatan Gazetesine geçiyorum Mustafa Mutlu ve Can Ataklı… Varsa Selahattin Duman ve İclal Aydın.. Eskiden Reha Muhtarı okuyordum ama Odatv onun bir cemaate mensup olduğunu yazdığı için bıraktım. Sabah Gazetesinden Ayşe Özyılmazelle kendimi biraz dinlendirip –deyim yerindeyse sabah mahmurluğumu atıp- 1.turumu noktalıyorum. Ardından 2. tura başlıyorum. Bu tur beyin fırtınası gibi geçiyorJ Milliyetten Can Dündar ve Melih Aşık, Cumhuriyetten ise siz (her zaman yazmasanız da) ve Cüneyt Arcayürek, Bekir Coşkun, Deniz Kavukçuoğlu, Emre Kongar, Mine Kırıkkanat, Mümtaz Soysal… Ve Odatv ile kapanışı yapıyorum. Her zaman cumhuriyetin yeri farklıdır bende. Oradaki görüşler doğrultusunda günü noktalıyorum. Bu arada cumhuriyet eskiden web sayfasını belirli kullanıcılara açardı, yakın bir tarihte fark ettim ki bunu herkese açık hale getirmiş. Ben tesadüf eseri farkettim ama bunun kesinlikle reklamının yapılması lazım ve finanmanını sağlayanlara da bizi sizlerde hergün buluşturma imkanı verdiği için sonsuz teşekkürler. Son olarak Radikal – Habertürk gibi siteleri okuyamıyorum çünkü bunların sistemi kes – kopyalamaya izin vermiyor kotam bitiveriyorL Sanki buna izin verseler ne olacak, bizim gibi kotalılara kıyak geçmiş olacaklar… Hürriyette de kes-kopyalamaya izin vermiyor sistem ama onu da uzun uğraşlar sonucu farkettik, yazdır deyince bu izni alıyorsunuz, yazıcı seçmeden kesip kopyalıyıveriyorum hemenJ
Bu kesip-kopyalama işine “çamaşır toplama” adı verdik. Çamaşır topluyorum diyorsa iş arkadaşımı meşgul etmiyorum ki kotası gitmesin. Çamaşırı topladıktan sonra okuma faslına da “ütüleme” adını verdik. Beynimizin kırışıklıklarını açıyoruzJ Bu tabirleri -size mektubun başında bahsettiğim- sekreterimiz buldu. Kendisiyle paslaşıyoruz böyle konularda. İşte böyle böyle, gündemi takip etmeye çalışıyorum.
Bu sefer başınızı çokça ağrıttım. Mutluluğum dilime, kelimelerime vurdu. Balbay.com sitesini hevesle incelemiştim ama görüyorum ki şimdi arama motorlarından bile silinmiş. Site çökertildi mi, ne oldu, ortalıkta haber de yok bununla ilgili.. Tuncay Özkanın sitesi hala faaliyette, oradan da okuyoruz gelişmeleri.
Son olarak mektubunuzda aileme ve sevgilime selamlarınızı yazmışsınız. Aileme ilettim, inanılmaz sevindiler ama sevgilim yok ne yazık ki. Çok özel olacak ama paylaşmakta sakınca görmüyorum; en son hayatıma giren kişi, “ağabeylerimin -akıllı kadınla evlenilmez- sözünün ne demek olduğunu seninle anladım” diye bir itirafta bulundu. Buna üzülsem mi sevinsem mi bilemedim. (bu arada 30 yaşındayım) Yaptığım tek şey “biraz” kitap okumak aslında. Onlar okumadığı için her konuda bir fikir sahibi olmaya çalışmak bir erkeğe batıyor sanıyorum. Diğer taraftan ülkemizdeki kadının, erkek gözündeki duruşunu da buradan çok net gözlemleyebiliyoruz, üstelik burasının “gavur İzmir” olmasına rağmen! Ne demişti Nazım; “sofranızdaki yeri öküzünüzden sonra gelen kadınlarımız.” Değişen bir şey hala ne yazık ki yok! Kadın-erkek ilişkilerinin bile ülkenin içinde bulunduğu durumla alakalı olması ne tuhaf, halbuki kalbe söz geçmez benim bildiğim… Umarım hayatımda fikirlerimi anlayabilecek kadar -denk- birisi olur,  ben de bu konuda umudumu kaybetmiyorum:)
Her mektupta olduğu gibi bunu da bir şiirle bitirmek istiyorum :

Buluşmak Üzere - Can Yücel...
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni, bizi…

Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni, bizi…

Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım ! Yanında “biz” varız !
Mustafa Ağabeyciğim, kendi yalnız hissetme lütfen, bir de başını çevireceksin ki biz – seni sevenler, tüm okurların – yanınızdayız.  
En içten sevgilerimle ve yakında özgür kalacağınıza dair tüm inancımla;
Kardeşin

Silivri'den Cevaplar -1-