Hakkımda

Uzun yıllardır yalnız birinin hikayeleridir bunlar. Kendinizden birşeyler bulmanızı dilerim.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Silivri'ye Mektuplar -17-


                                                                                                                                                                                                                            
                                                                                                                                            18/11/12
Yüreğimin yüreğine değdiğine inandığım çok kıymetli Balbay’ıma;
Bu mektup; onuncu mektubum ve aynı zamanda teşekkür mektubumdur…
Son kitabınız “O mektubu Yazan Bendim”i nasıl merakla beklediğimi anlatmıştım size geçen defa. O mektubumu gönderdikten 1-2 saat sonra kargo geldi, hemencecik açtım paketi ve “içinde ben var mıyım?” diye gelişi güzel baktım sayfalara. Kendimce 2011-2012 başlığı altında olabileceğini düşündüğüm yerde göremeyince üzüldüm açıkçası ve dedim ki, madem Mustafa Ağabey kitaba beni almamış, aldıklarına bakalım benden fazla ne yazmışlar ki kitaba girebilmişler? Ben de bunda sonra onlar gibi yazayım… Öğle yemeği arası geldi, hemen kitabı alıp otoparka indim ve cılız tavan lambası altında kitabı okumaya başladım. Açılış mektubu gözlerimi yaşartmaktan öte beni sızım sızım ağlatan bir mektuptu. Dedim, “gülen sen bu kadar içten yazamamışsın, kabul et”. Sonra sayfaların devamı geldi, öğle arası bitti, akşam oldu eve geldim. Televizyonu açmadım, oturdum kitabın başına bir an önce sizden daha fazla haber alayım diye. Sayfaları çevirdim, çevirdim, okudum okudum, bir çay demledim, çayı içerken okuduklarım bana bir yerden tanıdık geldi. “Aaa, herhalde çay koyarken sayfaları karıştırdım, aynı sayfayı tekrar okuyorum” dedim, kontrol ettim, yoo sayfa doğru, bir de baktım benim mektubummmm! O mektubu yazan bendim! Ellerim titredi, gözlerimden yaşlar geldi, kalbim küt küt atmaya başladı. Sanki siz koskoca bir konferans salonundasınız, salon Balbay - Balbay diye inliyor ve o sırada ben kürsüdeyim sizi anons edeceğim, aynen öyle bir heyecan.. Dizlerimin bağı bile çözüldü… Kalkamadım yerimden. Ama hemen toparladım kendimi ve bu mutluluğu paylaşabileceğim ilk kişi olan annemi aradım. Saat gece 23:00 ve annem çoktan uyku boyutuna geçmiş. Uzun uzun çaldırdım telefonu, açtı, “kızım iyi misin bu saatte?” dedi. “Anneeee, kitapta ben de varım” dedim. “Yaaa, ödümü kopardın ama, çok tebrik ederim, oku bakayım azıcık ne yazmıştın” dedi. “Olmazzz, sen okuyup bulacaksın hangisi benim olabilir diye, öyle kolaya kaçmak yok” dedim.
Mektubumun gençler kısmında yer almasına gelince… Nasıl gurur duydum beni genç görmenize nasıl… Ben bile kendimden ümidi kesmiştim genç olarak. Nedenine gelince (…) 2008 yılında babamı kanserden kaybettikten sonra nüfustaki yaşın önemi olmaksızın kendimi ihtiyar ilan ettim. Bizi bu kadar fırtınalardan koruyan “kahraman” babamı tam “herşeyi yoluna koyduk, rahata erdik” dediğimiz zamanlara taşıyamadık ya, nasıl bir sızıdır bu tahmin bile edemezsiniz. İşte tüm bunlardan dolayı kendimden, gelecekten, mutluluktan, bu ülkeden ümidi kestim derken siz beni “genç” saymışsınız ya, ben kaybettiğim bu kadar yaşam sevincine rağmen size içtenliğimi, heyecanımı, bana verilen ismin anlamını yansıtabilmişim ya, gerçekten sevindim… Hani demiş ya Mahzar Alanson: Benim hala umudum var,  isyan etsem de istediğim kadar… Güzel günler bizi bekler, “eyvallah” dersin olur, biter…
İştee böylee kıymetli ağabeyim. Bu kadar hayat hikayesi ve ömür detayından sonra bence aramızdaki bağı bir düğüm daha sıkılaştırdık. Müsaadenizle bunu bir de resimle ölümsüzleştirelim istedim. Ama çözünürlük berbat. Gerçekten yanyana olacağımız zamanlara kadar bu resimle idare edebiliriz diye düşündüm.
Son olarak, kitapla ilgili yorumum şu ki; dert babası olmuşsunuz. Derdi olan size gelmiş, derdi “siz” olan gelmiş… Bu sevgi artsın eksilmesin, herkes sizi en az ben kadar sevsin !
Veee onuncu mektubu bitirirken gelelim kelimelerin beynimde düğümlendiği en zor kısma. Bana -yukarıda- ifade etmekte zorlandığım duyguları yaşatan, hiç görmediğim ama hiç ayrılmamışçasına yanında olduğumu hissettiğim size, teşekkürüme… Kitabınızda bana da bir yer verdiğiniz için… Size yapılanları bize yapılmış kabul edip “yanınızdayız” dediğimizde uzattığımız eli boşta bırakmayıp kendinize çektiğiniz için… Kazandırdıklarınız, koruduklarınız, satmadıklarınız için… Size yolladığım Rudyard Kipling’e ait “Adam Olmak” şiirinde tarif edildiği üzere “adam nasıl olunur?” gösterdiğiniz için… Bir kere bile olsa şüphe duymamıza neden bırakmayacak kadar “temiz” olduğunuz için…
Şükranlarımı sunarım, hayat size hep ama hep gülen yüzüyle baksın…

15 Kasım 2012 Perşembe

Silivri'ye Mektuplar -16-


                                                                                                                         İzmir, 15/11/2012

Balbay'a...

Çok çok uzun zamanlardır yazamadım size.  Bu “uzuuun zamanlar” içerisinde aslında sizin bana yazmanızı bekledim. Sizden gelen o ilk ve tek mektubu aldığım zamanki sevincimi düşündükçe anlatamam hayatımın ne kadar hafiflediğini… Yüreğimin nasıl yüreğinize değdiğini… Hayatıma nasıl yön verdiğinizi… İstedim ki bu sevinçler bir iken iki olsun, iki iken üç olsun, hep daha fazla temas kurayım sizinle, daha çok haber alabileyim. İlk zamanlar koşarak gidiyordum eve, acaba kapıda zarf bulur muyum diye… Hani çok güvendiğiniz bir sınavın sonucu final listelerinde aramak vardır ya üniversitede… Aynen öyle. Sonraları gitgide azaldı heyecanım, umutsuzluğa dönüştü. Sonraları da küskünlüğe.. Size komik ve saçma gelecek ama evet küstüm size:)  “Şimdi noldu da peki, barıştın benimle?” diye soracak olursanız, hemen onu da anlatayım:) En çok size yazmakla birlikte Tuncay Özkan, Soner Yalçın’a da mektuplar gönderdim. Hem de birçok kez.. İstedim ki onlardan da bir cevap alayım, değişik kişilere dokunayım, nasıl onlar benim hayatıma dokundularsa yazıları ile ben de bu karanlığın içerisinde “ben buradayım” diyebileyim. Ama ilginçtir ki, hiçbirinden yanıt gelmedi. Sonra anladım ki, asıl olan yanıt vermemek. Tabii onlar da haklı, bütün gün kitaplar, savunmalar, aile – sevgili özlemleri arasında her gelen mektuba yanıt verilmez ama ne bileyim siz bana yanıt verdiniz ya, demek ki verilebilirmiş diye düşünmüşüm. Daha önceki mektuplarımda ben “iklimimin insanı” yazmıştım size, kuru kuruya söylenmiş bir kelime değildi o…  Gerçekten “aynı” olduğumuzu ilk ve tek mektubunuzla bir kez daha idrak ettim. İşte bu kanıta tutunarak yargılamamın da sonucuna geldim. Dedim ki kendime: Zaten sen onu diğerlerinden daha çok seviyor musun, evet seviyorsun, daha çok inanıyor musun, evet inanıyorsun, o da bunu cevap vererek kanıtladı mı, kanıtladı.. Eee o zaman iddia makamının başka söyleyecek sözü yoksa yaz kızım, “karar” dedim :
“ Sanık Mustafa Balbay’ın zaten adaletsiz bir adaletin içerisinde yıllardır verdiği çaba göz önüne alınarak, gönüllerde  aklanmasına ve bu küskünlüğün tamamlanmasına ayrıca gönül muhakemeleri kanununun ilgili maddesinin bilmem kaçıncı bendi gereğince sanığın serbest kalmasına karar verilmiştir.” :):) O an hafifledim. Dedim ki “inşallah gerçek olur bu, ben başlattım allahım sen devam ettir, nihayetine erdir.”
Tam da bu olayların arasında odatv’de yeni kitabınızın haberini almaz mıyım? Kitabın mektuplarla ilgili olduğunu öğrendiğim de küllenmiş olan heyecanım yeniden tavan yaptı. Acaba dedim, benimki de var mıdır içlerinde? O bahsettiğim final listesinde kendi notunu aramak heyecanı yeniden düştü yüreğime.. 13 Kasım’ı iple çektim. Baktım ki İzmir’e gelmemiş, hemen internetten sipariş verdim, inanmazsınız, 2 saatte bir internetten siparişimin durumuna bakıyorum. Bugün 15 Kasım ve kitap kargoya verildi. Elime geçeceği zamanı iple çekiyorum. Bana kalırsa ben yokumdur o şanslı azınlık mektup seçmeleri arasında, ama yine de bir merak işte… Anneme sordum, “sence ben var mıyımdır?” diye..  Kısa ve öz konuştuJ “5 ya da 6 mektup yazdın/30.000 az bir şans, ümitlenme” dedi.
Bu size bu heyecanlı ruh halimle yazdığım barışık mektubum. Bu kadar barışık ve sevgi dolu mektubu çalıştığım iş yerinin otoparkında, kapkaranlık ve sessiz bir ortamda yazıyorum. Öğle yemeğimden çaldığım bir zamanda, aracın içini aydınlatan cılız bir tavan lambası altında.. Kağıdımın altında, yazdıklarıma destek olsun diye, Uğur Mumcu’nun okumakta olduğum Liberal Çiftlik kitabı… (Yazım çok çirkin olduğu için sonra burada yazdıklarımı bilgisayarda temize geçiyorum) Vee eğer ki bu kadar merakla beklediğim kitabınızda beni bulamazsam her an yine küsebilirim diye kendimden de korkuyorum, acil ilgi bekliyorum:)
Bu arada anneniz ve babanızla yapılan röportajı da okudum gazetede. Nasıl ağladığımı anlatamam, ciğerim yanıyor… Size ve onlara bunlar yapıldıkça kendime Başbakan’ın dediği gibi “kinini unutma” diyorum. Tabii hicven söylüyorum bunu, yoksa böyle hissetmem mümkün değil.
Mektubumu bu kez bir şarkı ile bitiriyorum. Belki dinlemişsinizdir daha önceleri..  Candan Erçetin…
İşte ben böyle bir hal içindeyim…
Aslında derin keder içindeyim…
Bazen bilmeyerek ne yaptığımı
İyi – kötü – güzel – çirkin her biçimdeyim.
Bazen isyan edip yaşananlara, düzene karşı ince bir sitem içindeyim…